MİMARLIK VE TOPLUM
Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sını Mimarlıktaki Feminist Çerçevelerle Okumak
Arzu Beyza Yanar, Doktora Öğrencisi, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Doktora Programı
Virginia Woolf’un 1929 tarihli Kendine Ait Bir Oda adlı eseri, yayımlanmasının üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen, kadınların mesleki temsiliyet mücadelesinde hâlâ ilham verici bir metin olma özelliğini koruyor. Bu çalışma, kadınların yaratıcı üretimleri için fiziksel ve sembolik mekânlara sahip olma gerekliliğini vurgulayan Woolf’un temel argümanları, mimarlık kuramında önemli bir düşünsel kaynak olarak ele alıyor. Makale, Woolf’un metninin yalnızca edebiyat ve feminist kuram için değil, aynı zamanda mekân ve mimarlık üzerine düşünme biçimlerini de dönüştürdüğünü ortaya koyuyor. Feminist mimarlık kuramcılarının çalışmalarına da referans veren yazar, mimarlık ortamındaki patriarkal yapının sorgulanmasında Woolf’un düşüncelerinin nasıl etkili olduğunu tartışıyor.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda eserinde kadınlara hem bireysel hem de toplumsal düzeyde özgürleşme çağrısı yaparken, iç eleştiri gücü ve kendi yazılarını değerlendirebilecek özdüşünümsel yeteneğiyle, dönemin kadınlarının maruz kaldığı baskılara karşı onların güç bulmalarına olanak tanımıştır. Woolf, kurmaca ile yaşam arasındaki ilişkiyi diyalektik bir bakış açısıyla inceleyerek yazın tarihinin sınırlarına meydan okuyan spekülatif bir tartışma zemini yaratmıştır. Mrs. Dalloway ve bu eserinde, büyük felaketlerin bireylerin ruhunu bilincini parçalamakla kalmayıp, onların topluma inançlarını yitirmeleriyle iç dünyalarına dönmelerine neden olduğu vurgulanmaktadır. Modernist edebiyat, 20. yüzyılda, 19. yüzyılın geçmiş formlarının ötesine geçerek çağın karmaşık koşullarına uygun yeni biçimler yaratma gerekliliğini ön plana çıkarmıştır. Modernizmin, klasik romanın olay örgüsü geleneğiyle çatışarak, edebiyatın geleneksel sınırlarını aşarak daha karmaşık formlar geliştirmesi gerektiği düşünülmüştür. Modernizm çağın bilincini yakalamak, çağın ihtiyaçlarına cevap vermek, çağın ruhunu ifade etmek, geleneğe, üslupsal kategorilere savaş açarak kendi inşa ettiği gelenekler üzerinden ilerlemek ve bu yeni dünyanın mimarlık aracılığıyla bir parçası olmaksa eğer, modern konutun mimarisini toplumsal cinsiyet rollerini onaylayan ve bu rolleri tekrar tekrar üreterek kadınlara evsellik temasında empoze edilen bir olgu olarak okumak mümkündür.
Hilde Heynen, evselliğin 19. yüzyılda icat edildiğini sonrasında evin çalışma yerinden ayrıldığını ifade ederken; 19. yüzyılda evin sadece barınak değil, geniş ailelerin, hizmetçilerin, atölyelerin ve konut alanlarının birleşiminden oluşan büyük bir yapıyı temsil ettiğini ve kamu - özel ayrımının daha az belirgin olduğunu vurgulamış, ancak 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında bu ayrımın belirginleştiğini ve evsellik kavramının bu endüstriyel değişimlerin etkisiyle yeniden şekillendiğini eklemiştir.[1] Yüzyılın başında, 19. yüzyıldan çok karmaşık, işlem görmemiş problemler gün yüzüne çıksa da genel bir bilimsel metot kavrayışıyla yaşamları daha geniş bir tarihsel arka planda gerçekleştirmek ideali vardır. Bu dönemde, modern olaylar dizgesi izole noktalar değil, her biri modernliğin endüstrileşme kökenine uzayan süreçlerdir. Woolf’un “Kurmaca, hayatın gerçeklerinden daha çok gerçektir.” ifadesi, kurmacanın bu gerçeklikten nasıl ayrıldığını sorgulayan önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Woolf, “Kurmaca sanat mıdır?” başlıklı metninde, kurmacanın hayatı taklit etme gücünü ve bunun neden bir çay partisinde yer alırken, bir motifte bulunmadığını sorgular. Savaşın, gerçek ile temsil arasındaki sınırları nasıl karıştırdığını, bu karışıklığın feminist sorgulamaların bile arka planda kalmasına neden olduğu üzerine yaptığı inceleme, kurmacanın ve gerçekliğin bu çelişkili ilişkisinin derinlemesine analizini sunmaktadır.
Savaş felaketi, Woolf’un ideolojik sınırlarını bulanıklaştırmış; kendisini, duruşu olmayan biri olarak hissettirmiştir. Kocası Leonard Woolf ile ruhsal hastalığı, gündelik hayatının akışını dahi kontrol altına aldığında, banliyöde yaşadıkları konuttan Londra’ya trenle gitmek kent mekânının baş döndürücü havasını solumak istemiştir. Woolf’un bueserinde, Oxbridge - Fernham bahçeleri, birer metafor olarak bireyselliğin özne inşasının, kurmaca ile olan ilişkisini ifade eden yazında kalmış gerçekliklerdir. Bu bahçeler, kadın olma ile yazma arasındaki ilişkinin mekânsallaşabildiği hem sembolik hem metonimik göstergelerdir. Woolf’un, Londra’nın banliyösünden Oxbridge’e seyahati, bu mekânsal ideolojik dönüşümün bir yansıması olarak ele alınabilir. James Wood’un belirttiği üzere, kurmaca, hayatın sonsuz detayını kavramamızı, deyim yerindeyse benliğimizin ötesine geçerek diğer karakterlerin yaşamlarını deneyimlememizi sağlar; bu bağlamda, kurmaca, yaşamın çok boyutlu geniş bir perspektifini sunarak uzun bir hayat vadeder.
Woolf’un mimari yolculuğunu aktardığı bu eserinin, Jane Rendell, Barbara Penner ve Iain Borden’ın Toplumsal Cinsiyet, Mekân, Mimarlık[2] kitabında ve Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin 19. sayısında kısaltılmış metninin bulunması özünde mekâna odaklanan mimari bir yolculuğun dokümantasyonu sayılabilecek bu denemenin mimarlık kuramı ve pratiği açısından kritik önemini ortaya koymaktadır. Woolf’un metninde bir oda, olayların ve kurgunun varoluşsal merkezini teşkil eden bir mekân olarak tasvir edilmiştir. Woolf feminist hareketin politik ağırlığına dayanarak, eril - hegemonik bakışla nasıl mücadele ettiğini açıklamıştır. Eser, feminist duruşunu, kadına uygulanan sayısız baskının formlarına ve kadını baskılamanın nedenlerini açığa vurmasına borçludur. Woolf’un ilk örneği, bir kadın olarak üniversiteye erişiminin, çimenlikte yürürken kendisini gören görevli tarafından kısıtlanmasıdır; bu durum, kütüphanenin kapısından dekandan alınan referans mektubuyla geçilebileceğinin kendisine bildirilmesiyle pekişmiştir. Woolf’un bütün yazılarında felsefeci ve ansiklopedi yazarı babasının kütüphanesinden yararlandığı, görevlendirildiği düzelti, redaksiyon işlerini yerine getirdiği okunabilir. Burada gözden kaçan, eril düzenin kitaplığa nesne olarak yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, Woolf’un kitaplığa olan bakışından daha belirgin şekilde ele alınmıştır. Kütüphane anlatısı, psikolojik derinliklerin işlendiği ve Woolf’un sesinin isyankâr bir şekilde anlatının tamamına hâkim olduğu bir sahne olarak kurulmuştur. Woolf, kütüphaneye gitmenin yanı sıra, üniversitede kadınların gerçekleştirebileceği faaliyetlerin eksikliğine dikkat çekmiştir: kırlarda gezinti, nehir kenarında oturmak ve öğle yemeğine gitmek.[3]
Anthony Giddens’ın belirttiği gibi, modernliğin devingen yapısına katılan modern toplumsal kurumlar geleneksel düzenlerden “değişim hızı”, “değişim alanı” ve “modern kurumların doğası” açılarından ayrılırlar.[4] “Değişim alanı” kavramı mekândışı bağlantılarla birlikte toplumsal değişimi bütün yerküreye yaymıştır; “modern kurumların doğası” ise üretimi cansız güç kaynaklarına ya da ücretli emeğin metalaştırılmasına bağlıdır.[5] 1929’da endüstrileşme ile birlikte mekânlar arasındaki bağlantının yavaş yavaş kaybolmaya başladığını görürüz, yazar “Kişi sahip olduğu bakış açısına nasıl vardığını gösterebilir” demiştir. Modernlik, bilhassa modern kent planlaması, bildiğimiz gibi antibiyotik yokken veremle savaşma; sağlıklı yurttaş çatısında etnik kimlik, milliyet, toplumsal cinsiyet, sınıf gibi sınırlarla ayrılmadan bütün yurttaşları birleştirmek gibi kutsal bir amacı vardır. Buna karşılık karanlık bir yönü de vardır; bu yönü Giddens “savaş felaketi” ve “modern kurumların doğası” dediğimiz ücretli emeğin metalaşması olarak tespit etmiştir.[6] Feminizm modern kurumlara kamusallık ekseninde dışlanma ve erişimin engellenmesi konularında eleştiriler getirmiştir. Linda McDowell da mekânlardaki sınırların “toplumsal güç ilişkileri” ve “dışlama” yoluyla inşa edildiğini savunmaktadır. Herkesin kendi bireysel hayatına yönelmiş olduğu bir toplumda Woolf, kamusal ifade boşluğunu görmüş; küresel şirketlerde ücretli emek olarak çalışmak zorunda olan kadın işçilere bu kitabıyla 1929’larda yazarak geçimlerini sağlamaları ve bu koşullarla başa çıkma konusunda bir bakıma yüreklendirmiştir. Günümüzde Richard Sennett’in belirttiği gibi, “kamusal alanın büyük düşüşü”, toplumun “özelleştirilmiş bir psişik makineye” dönüştürülmesi, söylemsel etkileşimi ve kamuoyunu kuran politik alanın zayıflaması, kendini gerçekleştirmeye odaklı bireyselleşme hepsi endüstriyel kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Woolf böyle bir eril çevrede kamusal kimliğini bireyselliğinden ayrı tutarak tarihsel anlatılardaki durumlarla karmaşık bağlar kuran tarihsel bir olaylar dizisine yerleştirmiştir. Woolf kamusallığı politik bir temele oturtmayı, kamusal alanın herkesi ilgilendiren söylemsel etkileşimleri ve toplumsal eylemi düzenleyecek toplumsal olguları barındırması gerektiğini düşünmektedir.[7]
Kadınların yaşamları metinleri bilinçli olarak deneyimden yoksun bırakıldıkları için eksik olarak nitelendirilmiştir. Woolf kadın yazarların uğradığı şiddetin biçimlerine işaret etmiştir: “teşvik edilmemek”, “eleştirilmek”, “herhangi bir gelenekten gelmemek”, “yeni ve eksik gelenekten gelmek” gibi. Bu süreçte gösterişli üniversite binalarının dışı eril bir dili yüksek sesle konuşmakta topluluğun davranışlarına yön vermektedir. Bu binaların dışının eril bir dille konuşması, toplumsal cinsiyetin mekânı mimarinin diline nasıl entegre ettiğini, bu yapıların toplumsal normları değerleri nasıl aynen yansıttığını ifade eder. Toplumsal cinsiyet kuramları, mimarlık kültürünü analiz etmek amacıyla geliştirilmiştir. Mimarlıkta feministler disiplinlerarası çerçevede patriarkal formları / değerleri sorgularken, feminist formların ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Mimarlık alanında 1970’lerde başlayan feminist tartışmalar, 1990’larda mimarlık alanında toplumsal cinsiyet kavramının feminizme kıyasla bir analiz kategorisi olarak öne çıkmasıyla birlikte, yoğun politik ağırlığını kaybetmiştir. Toplumsal cinsiyet analitik bir kategori olarak mimarlık kuramını, kavramlarını, araştırma biçimini, üretim sürecini mercek altına alır. Jane Rendell gibi kuramcılar, mimarlıkta kadın mimarların, patronların ve kullanıcıların deneyimlerini ön plana çıkarmak; mimarlık tarihinde kanon kavramını eleştirmek ve mimarlık tarihi metodolojilerini gözden geçirmek konusunda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Rendell, mimarlık değerler sisteminin özünde patriarkal bir karakter taşıdığını savunmaktadır. Kadınların tarih yazımında, profesyonel alanda söz sahibi olabilmeleri için; kurumlara, ofislere, yarışmalara, ödüllere kabul edilmek için verdikleri büyük mücadeleler, bu patriarkal yapının aşılması yönündeki çabaların bir göstergesidir. Eğrisel kavisli ve dairesel yapılara, iç ve dış mekân ilişkilerine, bağlantılar, geçirgenlik, kapsayıcılık, karmaşıklık, esneklik, çevreleme - kuşatma formlarına yönelerek kadın mimarlar; muhalif formlarını mimarlık normlarıyla çatışarak aykırı bir duruşla temsil etmekte; bu azınlık formlarını mimarlığın erkek egemen aktörlerinin karşısında konumlandırmaktadırlar. Le Corbusier, Adolf Loos, Mies van der Rohe ve Frank Lloyd Wright gibi erkek modern öncülerinin tasarımları tarih yazımını oluştururken; gündelik hayat ve iç mekân gibi konular, “öteki” tarihleri oluşturmuştur. İç mekân, geç 19. yüzyılda psikoanalizin doğuşunu işaret etmesi açısından periferik bir konum da teşkil etmektedir.[8]
Woolf’un nehir kenarında oturma, kırlarda gezinti gibi pastoral faaliyetlerden, kendine ait bir odaya geçme arzusuna geçişi, yalnızca bireysel bir mekânsal talebi değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet temsillerinin ve kültürel normların derin dönüşümünü temsil eder. Kültür, ekin ekmenin ve tarımın etimolojik çağrışımlarıyla büyümeye atıfta bulunan, medeniyete kıyasla çoğunlukla ulusal içeriğe ve manevi bir dinamiğe sahip bir olgudur. Doğa, insanların medeni dünyada özgürleşmeye çalıştıkları fenomendir. Raymond Williams’ın tanımıyla, medeniyet, Aydınlanma ideallerine içkin, uluslararası ve monolitik bir yapı olarak kabul edilir; “düzenlenmiş toplumsal yaşamın başarılmış koşulu” olarak görülür. Bu bağlamda, Woolf’un kadınları, patriarkal düzenin onları doğal bir olgu olarak mahkum eden kısıtlamalarıyla savaşmak zorundadır. Doğa, medeni dünyada özgürleşme arayışının bir sembolü olarak değerlendirilirken, kültür, bu özgürleşmenin ötesinde, toplumsal normlar ve manevi dinamiklerle şekillenen bir yapı olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu aşamada ona yılda beş yüz pound bırakan teyzesi Mary Seton ile hayali karşılıklı diyaloglarında Fernham bahçelerine biraz miras bıraksalardı arkeoloji, botanik, fizik, matematik ve bilimin tamamından konuşabilirdik demiştir.[9] Woolf Fernham bahçelerine servet bıraksalardı seyahat edebileceklerini, Pantheon’u ziyaret edebileceklerini, şiir yazabileceklerini öne sürmüştür. Hayali diyalogları Woolf’un hayatında dönüm noktasıdır. Şeyleri kendi içinde değerlendirmeyi, unsurları birbiriyle ilişkileri üzerinden değil gerçeklikle ilişkileri üzerinden değerlendirmeyi, hiçbir topluluğa önyargı duymamayı, Jane Austen’in sakin yazım tarzını benimsemeyi öğrenmiştir. Bu bağlamda Woolf’un grand tour pratiğine doğrudan referans vermemesi dikkat çekicidir; oysa Roma’nın erilliğini vurgulamıştır: “Kişi Roma’daki katışıksız erkeksilik duygusundan etkilenmezlik edemez; bunun devlet üzerindeki etkisi neyse ne, kişi bunun şiir sanatı üzerindeki etkisini sorgulamadan geçemez.”[10] Grand tour’un Dilettanti Cemiyeti’nin eril aktörleri Woolf’un kurmaca yazarı karakterlerinin karşıtı gibidir; kent planlamayı kontrollerinde tutarlar, İtalyan klasisizmini İngiltere’ye taşımışlardır, arkeolojik kazılarda imtiyaz elde etmişlerdir, Leiden ve Padua Üniversiteleri’nde mimarlık öğrenimi görmüşlerdir. Bu eril bakışın başlangıcının mimarlık tarihinin maniyerist kumaşına incelikle dokunduğu söylenebilir.
Woolf, “kadın cinsiyetinin ‘aklı’, ‘ahlakı’ ve ‘fiziksel özelliklerinin” sayısız kitapta erkekler tarafından konu edinildiğini yazmıştır. Eril bakışı yansıtan geniş literatürü işaret ederek “Cesareti kırılan veya huzursuz edilen bir kişi yazmaya devam edebilir miydi, yazsa bile zihni buna ne derecede izin verirdi?” demiştir. Woolf, bu erillik temalı literatürün kadınların kurmacadaki temsili ile gerçek hayattaki durumları arasındaki uçurumu yansıtmakta olduğunu öne sürmüştür. Kurmacadaki kadınlar, efsanelerdeki güçlü tanrıçalara benzer cesur, gösterişli ve acımasız karakterlerle tasvir edilirken, gerçek yaşamda kadınlar sürekli kontrol altında tutulmuş ve saygı görmemiştir. Woolf tarihçilerin tarihi baştan yazmaları gerektiğini, kadınların arka planda kaybolduklarını tartışmıştır. “Haçlı Seferleri… Yüzyıl Savaşları… Toprak kavgaları… Din savaşları…”[11] Mevcut tarihyazımında belli başlı üst anlatılar tarihte yer almaya layık bulunurken, geçmişin gerçek değerleri tarihten uzaklaştırılmaktadır. Woolf’un yazısında felsefi yazı, tarihsel yazı ve edebi yazı arasındaki sınırların olabildiğince kaybolduğuna tanıklık ederiz. Peki, feminist yazın tarih yazımının neresinde durmaktadır? Iggers’in belirttiği üzere, 20. yüzyılda sosyal bilimler odaklı tarih yazımına geçiş yaşanmış, bu süreçte tarih yazımı politikadan toplumsal - ekonomik unsurlara değişerek büyük adamların Rankeci anlatılarından geniş bir kitleye hitap etmeye başlamıştır. 1945 sonrasında, sömürge imparatorluklarının çöküşüyle Batı dışı toplumların tarih bilincinin artmasıyla, tarih yazımı etnik kimlik, cinsiyet ve yaşam tarzı gibi konulara yönelmiş, sistematik sosyal bilimler ortaya çıkmıştır.[12] Örneğin, Braudel tarihsel zamanın farklı hız ve ritmlerine odaklanmanın araştırma için kritik olduğunu vurgulamıştır. Woolf’un eserinde de her başlığın kendi ritmiyle ele alındığı görülür. 1960 sonrası dönemde, “aşağıdan yukarıya” tarih anlayışını benimseyen feminist tarih yazımı, sosyal bilim yaklaşımlarına eleştiri getirmiştir. Hayden White gibi tarihçiler, tarih yazımında edebi karakterin, tarihe sızan retorik ve kurgusal kuramsal unsurların kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmişlerdir. Foucault ve Derrida ise tarihin sadece sürekliliklerden değil, kopuşlardan oluştuğunu; soyut aklı merkeze alan Batı felsefesinin ataerkil düzeni meşrulaştırma işlevini üstlendiğini öne sürmüşlerdir. Tarihin çalışma alanı, toplumsal yapılardan gündelik yaşama doğru değişmiştir.[13]
Woolf, 18. yüzyıl öncesinde kadınlarla ilgili mevcut bilgilerin sınırlı olduğunu, bu dönemde kadınların entelektüel yeteneklerinin takdir edilmediğini belirtmiştir. Woolf, Shakespeare döneminde kadının, köylünün ya da işçi gibi sıradan sayılan bireyin Shakespeare’in dehasına sahip olmasının, onun gibi yetiştirilmesinin ya da onun eğitimine erişiminin imkânsız olduğunu öne sürmüştür. Örneğin, erkeklerin lisede Latince, gramer mantık gibi konuları öğrenmesi sağlanırken, eğitim fırsatlarından kadınların mahrum bırakıldığını vurgular. Woolf, Shakespeare ile kıyaslamak amacıyla hayali karakter Judith’i oluşturur; Judith, ne denli yetenekli olursa olsun, okula gönderilmeyecek, gramer ve mantık öğrenemeyecek ve yirmili yaşlarına geldiğinde bir tüccarla evlendirilecektir. Yazılarında Woolf’un düşüncelerine çokça göndermelerde bulunan Denise Scott-Brown, Güney Afrika’da Doğu Avrupalı Yahudi olarak yaşamanın getirdiği perspektifle, mimarlıkta feminizm üzerine önemli katkılarda bulunmuştur. “Room at the Top” yazısında araştırma / tasarım, araştırma stüdyosu / geleneksel stüdyo, kent planlama / mimarlık ikiliklerini vurgulanmıştır.[14] Woolf’un Shakespeare örneği gibi, Scott-Brown da mimarlık dünyasında erkek egemen piramit yıldız sistemini eleştirir; bu sistemde erkekler, kadınları dışarıda bırakıp, kendi başlarına kanonik, yıldız sistemini oluşturmuşlardır. Scott-Brown, mimarların tasarım aşamasına geçmeden önce sosyolojik araştırmalar, kentsel analizler yapmadan projelere başladıklarını belirtir ve eleştirmenlerin Scott-Brown’ın fikirlerini çoğunlukla eşi Robert Venturi’ye atfetmelerini eleştirir; Scott-Brown da mimarlıkta kendine ait bir yerin özleminden söz etmiştir.[15]
Woolf, konuşmasının sonunda “Yaratma sanatı gerçekleştirilmeden önce akılda, kadın ve erkek arasında işbirliği oluşmalıdır. Karşıtların birliği gerçekleştirilmelidir”[16] vurgusunda bulunur. Bu ifade, postyapısalcı ve dekonstrüktif çerçevelerin retoriğe boğulmuş logosentrik eril dilin mitlerini çözümlemeye yönelik feminist dil oluşturma arzusunu yansıttığını öne sürmektedir. Woolf, eleştirisinde, kadın ve erkek arasındaki karşıtlıkları sadece kadınların, erkeğin ötekisi olarak konumlandığı bakış açılarını açığa çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda bu ikili karşıtlıkları aşmaya yönelik eleştirel, spekülatif ve özgürleştirici göçebe özne olarak konumlandırır. Yazma eylemini teknik beceri, basit kompozisyon olarak görmek yerine, performatif faaliyet olarak değerlendirir; bu, yazının toplumsal cinsiyetin ve kültürel normların ötesinde yaratım süreci olarak yeniden şekillendirilmesine yönelik çabayı ifade eder.
Woolf, “Hayat yazı yazmak istediğini söyleyen kadınlara kahkahayı patlatır, ‘Yazmak mı? Yazmak senin neyine?’ derdi”[17] ifadesiyle, cesaret kırılmasının yaratıcılık ve zihinsel üretkenlik üzerindeki etkilerini sorgulamaktadır. Woolf, Jane Austen, Emily Brontë ve diğer yazarların başyapıtlarının tekil çabalar değil, kolektif deneyimle kolektif düşüncelerin ürünü olduğunu vurgular. Aphra Behn önemli bir isimdir; “kendilerini ifade etme hakkını” onlara Behn kazandırmıştır. Behn, Woolf’la aynı çabayı yürütmüş, kentte halkla yürümüştür. Woolf’a göre, Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı eserini yazması, 1800’lerin toplumsal baskıları, kadınların seslerini duyurmadaki zorluklar göz önünde bulundurulduğunda, cesaret örneğidir. Austen’ın seyahat etmeden, oturma odasında yazması, Woolf tarafından, kadınların tek başına seyahat edebilmesinin imkânsızlığını vurgulamaya örnek gösterilir. Woolf, Shakespeare’ın zihninin hiçbir engelle karşılaşmadığını belirtirken, Lady Winchelsea ve Lady Granville gibi isimlerin feminizme, kadın ve kurmaca başlığına katkı sağladığından söz etmektedir. Tıpkı sanat tarihinde 1870’lerde izlenimci sanat çevresinden Cassatt ve Morisot’un eril bakmanın tahakküm etmek demek olduğu resimlerdeki bakışı kadının anaç, koruyucu, kollayıcı, dengeli bakma biçimleriyle değiştirmelerini, kamusal alanın bütünüyle toplumsal cinsiyet rolleri temelinde yapılanması eleştirisini resimlerinde ortaya koymaları gibi… Bu sanatçılar, kamusal alanın toplumsal cinsiyet rollerine dayalı yapılandırılmasını eleştiren resimler üretmişlerdir. Burada, kadın mekânlarının evsellik, boş zaman alanları ve iç mekânlarla sınırlı olduğu; eril mekânların kamusal alanlar, üretim, güç, çalışma ve okuma odaları gibi tüm sosyal kurumları kapsadığı görülür. Kadın sanatçıların tarihe ve sanat kanonuna katkılarını açığa çıkarmanın yanı sıra, eril sanat tarihi yazımının yapıbozumuna uğratılması gerekmektedir. Kanonun günümüzle kurduğu bağlantının sorgulanması gerektiği açıktır; ancak kanon denilen geleneksel büyük eserler listesi, bir alana ilgiyi yazma arzusunu canlı tutma işlevi görmektedir. Kanon tartışması, Romantik ve Rönesans dönemlerinden kalma ‘deha mimar’ tartışmalarını aşmakta ve kadın sanatçıların sistematik olarak dışlanmasının nedenlerini mercek altına almayı gerektirmektedir.
Sonuç olarak, 19. yüzyıl burjuva - kapitalist kültürü üzerine temellenen iç mekân, 20. yüzyıl modernliğiyle birlikte sarsılıyor; şeffaflık ve geçirgenlik, sınıfsız dayanışma içinde ortak bir ideale doğru yürüyen toplumda evrensel düzeyde eşitlik ve sosyal adalet ideallerini yüceltiyordu. Modernliğin her bireye tarih yazımında etkin bir özne olma umudu aşılamasına rağmen, evsellik kavramı, 19. yüzyılda dahi kadınların kent mekânında özgürce dolaşmalarına, yemek yemelerine izin vermemiştir. Bu bağlamda, Virginia Woolf’un kurguladığı kısa kadın edebiyatı tarihçesinin mekânsal izdüşümü önem kazanmaktadır. Walter Benjamin’in flanörü, Paris’in sokaklarında dönüşen yapılı çevreyi gözlemlerken, bir kadın için aynısı düşünülemezdi. Woolf, “Londra bir atölyeyi andırıyordu… Londra bir makineyi andırıyordu…” derken modern şehrin mekanik ve soğuk yönünün işleyişini ifade eder. Şehrini anlatırken Woolf, bir birey olarak bu devasa ve ezici mekanizmayla mücadele eden iki cinsiyetin de yorgun düştüğünü haykırır gibidir.
Woolf, kadınlara, onlardan esirgenen tüm faaliyetlere ve yaşam deneyimlerine katılma konusunda cesaret vermiştir. Oxbridge gezilerinin British Museum’da sonlanması geleneği, onu gerçeği bir yığın eril literatürde aramaya yönlendirmiştir. Görünürdeki perspektif çeşitliliğine rağmen, kadınların 18. yüzyılın sonundan itibaren kurmaca yazıyla sınırlanmak zorunda kaldığını tespit etmiştir. Bu “tıkır tıkır işleyen” mekanizma içinde birey, kendi küçük rolünü oynarken kaybolmuştur. Woolf’un gerçeklik arayışında bir araştırma tasarlaması, bilimsel nesnelliğe ulaşma isteğini ve izlenimlerini kişisellikten ayıklama sürecini şekillendirmiştir. O, her on dakikada bir “külçe altın” çıkarmaya dayanan alıntılarla dolu yazılara karşılık, kadın psişesini odakta tutarak yazdığı eserleri, kendi deyimiyle “kemerler ve kubbelerle örülen” bir yapı olarak tasarlanmıştır. Onun feminist eleştirileri, kadınların tarihsel olarak sessizleştirilmiş seslerini edebiyata ve toplumsal bilinçaltına kazandırırken, aynı zamanda bireysel kimliğin ve özgürlüğün sınırlarını keşfetme çağrısı yapmıştır. Woolf’un “kendine ait bir oda” metaforu, sadece kadınların değil özgürlük, yaratıcılık ve eşitlik mücadelesi veren herkesin ilham aldığı yüzü aydınlık bir manifesto olmaya devam etmektedir.
NOTLAR
[1] Heynen, Hilde, 2005, “Modernity and Domesticity: Tensions and contradictions”, Negotiating Domesticity: Spatial Productions of Gender in Modern Architecture, Gülsüm Baydar (ed.), Heynen, Hilde (ed.), Routledge, ss.1-29(7).
[2] Rendell, Jane (ed.); Penner, Barbara (ed.); Borden, Iain (ed.), 1999, Gender Space Architecture: An Interdisciplinary Introduction, Routledge.
[3] Woolf, Virginia, 2020, Kendine Ait Bir Oda, Öncü, S. (çev.), İletişim Yayınları, İstanbul, s.21.
[4] Giddens, Anthony, 2020, Modernliğin Sonuçları, Kuşdil, E. (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.14.
[5] A.g.e.
[6] A.g.e., s.15.
[7] Sennett, Richard, 2020, Kamusal İnsanın Çöküşü, Durak, S. (çev); Yılmaz, A. (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, ss.15-46.
[8] Rendell, Jane, 2012, “Tendencies and trajectories: Feminist approaches in architecture”, The Sage Handbook of Architectural Theory, Cairns, Stephen (ed.), Crysler, Greg (ed.), Heynen, Hilde (ed.), Sage Publications, London, ss.85-106 (92).
[9] Woolf, 2020,s.25.
[10] A.g.e.,s.115.
[11]< A.g.e.,s.51.
[12] Iggers, Georg, 2012,Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Çağalı Güven, Gül (çev.), Tarih Vakfı Yayınları, ss.1-20.
[13] A.g.e.,ss.1-20.
[14] Scott-Brown, Denise, 1989, “Room At the Top?: Star System in Architecture”, Architecture: A Place For Women, Berkeley, Ellen Perry (ed.); McQuaid, Matilda (ed.), Washington: Smithsonian Institution Press, ss.237-246.
[15] A.g.e.
[16] Woolf, 2020, s.117.
[17] A.g.e.,s.59.
KAYNAKÇA
Giddens, Anthony, 2020, Modernliğin Sonuçları, E. Kuşdil (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Gümüş, Semih, 2012, “Yaratıcı Yazının İçinde Yaşamak”, Yazar Olabilir miyim?: Yaratıcı Yazarlık Dersleri, Notos Kitap, İstanbul, ss.153-157.
Heynen, Hilde, 2005, “Modernity and Domesticity: Tensions and contradictions”, Negotiating Domesticity: Spatial Productions of Gender in Modern Architecture, Gülsüm Baydar (ed.), Hilde Heynen (ed.), Routledge, ss.1-29. https://doi.org/10.4324/9780203479476
Iggers, Georg, 2012, Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, G. Ç. Güven (çev.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
McDowell, Linda, 1999, “Introduction: Place and Gender”, Gender, Identity, Place: Understanding Feminist Geographies, University of Minnesota Press, Minneapolis, ss.1-33.
Rendell, Jane, 2012, “Tendencies and trajectories: Feminist approaches in architecture”, The Sage Handbook of Architectural Theory, Stephen Cairns (ed.), Greg Crysler (ed.), Hilde Heynen (ed.), Sage Publications, London, ss.85-106.
Scott-Brown, Denise, 1989, “Room At the Top? Star System in Architecture”, Architecture: A Place For Women, Ellen Perry Berkeley (ed.), Smithsonian Institution Press, Washington, ss.237-245.
Sennett, Richard, 2020, Kamusal İnsanın Çöküşü, S. Durak, A. Yılmaz (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Turan Özkaya, Belgin (der.), 2010, Dosya 19: Cinsiyet ve Mimarlık, Ankara, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi.
Woolf, Virginia, 2020, Kendine Ait Bir Oda, S. Öncü (çev.), İletişim Yayınları, İstanbul.
Woolf, Virginia, 2021, Kendine Ait Bir Oda, B. Göçer (çev.), Can Yayınları, İstanbul.
URL-1: “Kendine Ait Bir Oda”, (https://iletisim.com.tr/kitap/kendine-ait-bir-oda/10542). [Erişim: 09.12.2024]
URL-2: “A Room of One’s Own”, (https://openlibrary.org/books/OL23264959M/A_room_of_one%27s_own). [Erişim: 09.12.2024]
URL-3: Blogging Woolf, (https://i0.wp.com/bloggingwoolf.org/wp-content/uploads/2023/10/j2.jpeg?ssl=1). [Erişim: 09.12.2024]
URL-4: Blogging Woolf, (https://i0.wp.com/bloggingwoolf.org/wp-content/uploads/2019/07/2719a8af-8e17-48ab-a2a5-1fdf454c0d82.jpeg?ssl=1). [Erişim: 09.12.2024]
URL-5: “Monk’s House - Virginia Woolf Country Retreat in East Sussex”, 2019, (https://www.styleforwanderlust.com/the-style-for-wanderlust-blog/2019/6/25/monks-house-virginia-woolf-country-retreat-in-east-sussex). [Erişim: 09.12.2024]
Bu icerik 766 defa görüntülenmiştir.