440
KASIM-ARALIK 2024
 

TEHDİT ALTINDAKİ KÜLTÜR MİRASI

TEMA[S]



KÜNYE
DOSYA: MİMARLAR ODASI'NIN 70. YILI: MİMARLIK VE GELECEK

I. Oturum: “Kuruluşundan Bugüne Mimarlar Odası”

Zeynep Eres (Yürütücü), Yavuz Önen, Bülend Tuna, Eyüp Muhcu, Deniz İncedayı

Zeynep Eres (Yürütücü) - Oda başkanlarımıza davetimizi kabul edip katıldıkları için her birine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ben öncelikle sözü Sayın Yavuz Önen'e vereceğim. Yavuz Önen meslektaşımız hem Oda başkanı olarak hem TMMOB Başkanı olarak çok uzun yıllar bu mücadelenin içinde var olmuş bir meslektaşımız. Hepimizin büyüğü olarak onun deneyimlerini ondan dinlemek bizler için çok değerli bir aktarım olacak.

Yavuz Önen (Mimar, TMMOB 25, 33, 34 ve 35. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı)

Çok teşekkür ediyorum. Dostlar, değerli meslektaşlarım; hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Birkaç gün önce İstanbul'da da bir konuşma yaptım. Hem orada yapılan konuşmalar, hem buradaki sunumlar kayda geçiyor, eminim onların hepsini izleyeceksiniz. Tekrarı olmaması bakımından doğrusu serbest bir konuşma yapma yolunu seçtim. Acaba söylenmedik ne var diye kafamdan hızla geçirdim ve hazırladığım konuşma planını değiştirdim her zaman olduğu gibi.

Ben insanlığa ve evrenselliğe dair bir iki hatırlatma yaparak konuşmama başlamak istiyorum.

Birinci anekdot, Nazi kamplarından sağ kurtulmuş bir kimya mühendisine dair; İtalyan bir kimya mühendisi, Yahudi asıllı. Çok iyi Almanca bildiği için kamplarda kamp yöneticileriyle, Nazilerle ilişki içine giriyor ve yararlı bir işlev yerine getirdiği için de sağ kalanlar arasında bu sağ kurtuluyor ve kurtulduktan sonra kurulan yeni dünya düzeni içinde dünyayı dolaşma imkanına kavuşuyor. Toplantılarda kendisine sorulan bir soruya yanıtını burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Yalnız şunu da antrparantez hatırlatayım, Primo Levi adına kurulan işkenceye karşı bir uluslararası merkez de bizim Türkiye'de kurduğumuz merkezler arasındaki ilişkiyi de burada hatırlatmak isterim. Böyle bir bağımız da oldu onunla.

Soru şu: Sayın Primo Levi, şu Nazi kamplarında gördüğünüz kişiler, yaratıklar bizim gibi yaratıklar mı? Bunlar insan mıydı? Nasıl şeylerdi böyle? Bütün bu krematoryumlarda insan yakabilen, arkadan kafasına kurşun sıkabilen... Bunlar nasıl şeylerdi? Yanıt çok basit: Evet evet, bizim gibi insanlardı. Yalnız onlar şartlandırılmış bir eğitimden geçmişlerdi. Nazi yönetiminin Alman ırkına ve devletine, halkına büyük yararlar sağlayacağına dair ve buna karşı çıkanların yok edilebileceğine dair bir öğretinin ürünüydü onlar. Fark burada...

Bunu şunun için anlattım: Kullanacağımız kavramlarda bunu daima aklımızda tutalım. Mesela insan hakları, böyle bir genelleme olamaz. Bizim meslek gruplarına bakalım, işte mimarlar... Hangi mimar, nasıl eğitilmiş, hangi eğitimden geçmiş mimar? Mimarlar Odası... Kimin Mimarlar Odası? Bu sorularla birlikte yürüdük, 70 yılda benim aldığım öğreti bu yolda oldu hep. Teknik Üniversite'de 5 yıllık eğitimden sonra -1962 dönemi, 62 yıl oldu- çok mükemmel bir eğitim aldığımı söyleyebilirim. Kalabileceğim yurtlar vardı, iyi beslenebileceğim bir düzen vardı ve çok iyi hocaların ücretsiz olarak eğittiği bir mekân vardı. Mükemmel bir eğitimden geçtim.

Sonraki dönem yani 63'te Mimarlar Odası'na kaydolduktan sonra da toplumsallıkla, kamusallıkla buluştum. İkinci dönem eğitim, yani lisansüstü eğitim Mimarlar Odası ortamında oldu. İlk söyleyeceğim şey geleceğe dair: Benim 70 yıl içinde ki bunun 62 yılı birlikte geçti ve 20 yıl ben sizler gibi, şu anda Oda’yı yönetenler gibi aktif görevlerde bulundum. Yaşamımın 20 yılı ama tam 20 yılı, full-time; yani böyle bir iş yapar gibi, bir görev yapar gibi değil... Mimarlığı, mühendisliği ve ülke sorunlarını yaşar gibi yaşadım bu 20 yılı. Bu çok önemli; yani adanmışlık, içselleştirme, bunlar da çok önemli.

Bu eğitim ortamını şunun için hatırlattım. Geleceğe dair bir işaret var burada. 70 yılda Mimarlar Odası çok şey biriktirdi. İlk önerim Mimarlar Odası'nda bugün yapılan konuşmalar da dahil, Mimarlar Odası'ndaki tartışmalar dahil, yani farklı görüşlerin dile geldiği ortamlar. Bir kere bu hafızanın önce üyelere... Hani hep eski yüzler görüyoruz, gençler yok aramızda falan; bu eleştiriyi kırabilmenin, aşabilmenin bir yolu buradan geçer. Bu hafızayı bilmiyor, üyeler bilmiyor. Öğrencilerden başlamak lazım, onu bir kere programımızın başına almak zorundayız. Mimarlar Odası'nda neler söylendi, neler tartışıldı, bu bilinmiyor. Bu hazine yalnız bize ait bir hazine ve bir hafıza değil, bu Türkiye'nin bir hafızası. Çünkü biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurgusu içinde bu yaşamı sürdürdük, bu da önemli. Onun için hem bizi yönetenlere yönelik bir hazine, onların yararlanması gerekir; hem halkımızın hem de üyelerimizin.

Ben Mimarlar Odası'nı bu 70 yılda yalnız bir meslek odası olarak yaşamadım, bir demokrasi okulu olarak da yaşadım. Ben demokrasiyi Mimarlar Odası'nda öğrendim. İnsanı önemseme, halkıyla buluşma, üyesinin sorunlarıyla ilgilenme anlamında bir terbiye aldım. Benim Mimarlar Odası dışındaki tüm başarılarımda, meslek odamda öğrendiklerim temel teşkil ediyor. Bunun altını çizmek istiyorum. Bu başarılar içinde bir tanesini öne çıkaracağım.

Ben Avrupa Konseyi'nin parlamentosunda İnsan Hakları Ödülü konuşmasını yaptım, bütün Avrupa ülkelerine hitap ettim. İnanın oradaki diriliğim, gücüm, kararlılığımın okulu Mimarlar Odası ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'dir, onun yarattığı bir öğretim ortamıdır. İnsana dair, halkına dair, ülkesine dair ahlaki bir birikimim vardı. Kendimden çok emindim ve sizin adınıza hitap ettim orada. O hitap hepimize dair bir hitaptır, bağımsız bir hitaptır. Hiçbir devlete, hiçbir siyasete boyun eğmeyen, bağımsız ve insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri savunan insanların sözüydü onlar. Bunu da söylemek istiyorum.

Hafızamızın bir başka yönüne değinmek istiyorum. Kısa bir zaman önce, iki gün önce bir arkadaşımızı yitirdik, İnsan Hakları Derneği başkanlığı yapan bir arkadaştı. Ben görev yaptığım 1990-2000 yılları arasındaki 10 yıllık sürede hem Mimarlar Odası'nda hem TMMOB'de hukuk danışmanlığımızı yaptı ve Mimarlar Odası'na inanılmaz bir hazine bıraktı. Kentli hakları dosyası; o dosyanın açılması lazım. Çok sayıda dosyadan oluşuyor. Kent yaşamında insan hakları nasıl algılanmalı ve nelerdir? Bunun da bu demin söylediğim o hazinenin, hafızanın doyurulması da önemli bir programın bir parçası olabileceğini düşünüyorum, Hüsnü Öndül'ü saygıyla, sevgiyle anıyorum.

Yakın zamanda. Çok arkadaşımızı yitirdik ama çok yakında yitirdiğimiz bir-iki ismi de burada söylemek istiyorum: Güngör Kaftancı... Güngör Kaftancı'yı İzmir'de yitirdik bu yaz. Gittik, cenazesine katılma olanağımız oldu. Saygıyla anıyorum onu.

Aydan Bulca Erim, 1968 yılından itibaren Mimarlar Odası ortamında birlikte çalıştığımız ve tüm yaşamımız boyunca asla ilişkimizin kopmadığı bir meslektaş. Onun da çok büyük emekleri var. Mimarlar Odası onun hakkında bir kitap yayınlıyor. O kitap da bir öğretidir, bir yaşam; Aydan'ın yaşamı bir öğretidir.

İstanbul'da Mücella bir şey söyledi, onu da bu antrparantez dile getireyim. Mimarlar Odası tarihi ağabeylerin tarihi dedi. Mimarlar Odası ağabeylerin tarihi olmasın. Yani bu kadın mimarlara şirin görünmek için söylenen bir şey değil. Biz başından beri aslında öyle ve 1969 yılında Mimarlar Odası'nda ilk görev aldığımızda, Ankara Şubesi'nin ilk başkanı, bizim adayımız olan başkan bir kadın arkadaşımızdı. Bazı isimleri çok hızlı konuştuğum için söyleyemeyebilirim.

Onu da antrparantez söyledikten sonra hafızamızın bir başka ismine... Bunu ben hep söylüyorum, öğrencilerimize dair bir acılı bir bilgidir bu. Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nden mezun olmadan diploma projesi koltuğunun altında fakülteye giderken KTÜ Mimarlık Bölümü’ne, o zamanın siyasi çatışması içinde hasımları tarafından kurşunlanarak öldürülen bir isim. Bunu da ben hafızanın bir başka alanına çarpıcı bir örnek olsun diye dile getiriyorum. Öyle Mimarlar Odası'nın 70 yıllık tarihi böyle asude bir bahar ülkesinde geçmedi, çatışmalı bir yaşamımız var, tartışmalı bir yaşamımız var. İşte kimin Mimarlar Odası, kimin mimarı, kimin gençliği vesaire… Bunlar önem kazanıyor; onu da burada söylemiş olayım.

Evrensele dair bir şey söyleyeceğim. Konuşmamın sonuna doğru geliyorum, beş-altı dakikam var. Bunu önemsiyorum söylenen mesleki konulara ışık tutsun diye, geleceğimize ışık tutsun diye söylüyorum. Değerli arkadaşlar; uluslararası hukuk ve düzen bizi çok yakından ilgilendiriyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünya düzeni, ulusların anayasası olarak tanımlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni üretti, İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük acılar üzerinde üretildi bunlar. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bu Avrupa Konseyi'ni kuran sözleşme. Bütün bunlar ve yaratılan kurumlar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi; bir daha savaş olmasın asla, bütün ihtilaflar barışçıl yoldan çözülsün. Bir şey daha olmasın asla; dünyada ayrımcılık, açlık, işsizlik olmasın. Varlıklar bütün dünya halkları tarafından eşit paylaşılsın.

Şimdi sonuç: 90'da bu sözleşmeler ve anayasa son kullanma tarihini yaşadı. Artık müruruzamana uğradı, zaman aşımına uğradı. Artık dünyayı haydut devletler yönetiyor, haydut başkanlar yönetiyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni seçilen başkanı kendi ülkesinde 33 kez suçlu bulunmuş bir hayduttan ibaret. Bu kadar net ve açık... Bir başka şey, İsrail ile ilgili bir bilgi geçti, onu da söyleyeyim. Soykırım tanımı. Soykırım tanımını bugün İsrail ayaklar altına alıyor ve Güvenlik Konseyi'nden tık çıkmıyor, tık çıkmıyor. Zaten uluslararası kurumlara da Güvenlik Konseyi'ni oluşturan ülkelerden sadece İngiltere ve Fransa birer kuruma, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne evet dedi. Diğerlerinin hiç umurunda değil.

Değerli arkadaşlar, ben bunu kendi ülkemize de dair de bir şey söylemek için uzun uzadıya anlattım. Türkiye'de de artık anayasal düzen müruruzamana uğradı. Hukuk devleti son kullanma tarihini 2017'den itibaren tümüyle bitirdi. Bir tek kişinin iradesi ve erki, yönetimi hepimizin geleceğini, yani mimarların geleceğini belirliyor. Biliyorsunuz, Türkiye'nin bütün coğrafyası bugün imara açılmış; yani ranta, yağmaya açılmış bir ülke, bir coğrafya. 70 yıl sonrası mimarların geleceği buna bağlı.

Mimarlar Odası kendi yasasına dayalı yetkilerini kullandı ama bir başka şeyi kullandı bu 70 yıl içinde: Yargı yolunu, yargı yolunu... Özel yüksekokulları biz İstanbul'da başlayan bir hareketle orada Demirtaş Ceyhun'un ve İnşaat Mühendisleri Odası'ndan bir-iki arkadaşımızın başlattığı bir kavgadır o ve biz Anayasa Mahkemesi kararıyla kapattık. Yani 61 Anayasası bir erkin paylaşılması anlamında bir güvence oluşturuyordu, yasal bir güvence vardı. O başvuru kabul edildi ve özel yüksekokulları, meslek odalarının ve gençliğin, mimarlık ve mühendislik alanında eğitim gören gençliğin mücadelesiyle demokratik yollardan kapatabildik. Pek çok imar yolsuzluğa karşı davalarımız son zamanlara kadar hâlâ daha bazı izler var ama şimdi son birkaç dakikada değineceğim bir meseleye bağlı olarak bu böyle kalacak mı kalmayacak mı? Bence Anayasa Mahkemesi diye bir şey kalmadı. Çünkü kararları -birkaç örnek var, hızla geçiyorum- uygulanmadı, uygulanmadı. Yani bu gerçeklikler üzerinden şöyle bir kuşbakışı ile konuşmama bağlamak istiyorum.

Değerli arkadaşlar; bize, meslek grubuna devletin bakışı siyasal konjonktüre bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bizim yasalarımız kendi dönemindeki siyasi ortama göre çıkarılmıştır. 1954'teki yasa bizi bir meslek grubu olarak, o yeni dünya düzeninin bir sivil toplum örgütü olarak kurdu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yasası böyle. Ama 61 Anayasası bizi kamu kurumu niteliğinde bir kurum olarak ve görev alanımızı da mesleki faaliyetin kapsamını genişleterek genişletmiştir. Yani kamu kurumu niteliğindeki bir kuruma kamunun gerektirdiği her türlü faaliyette bulunma alanını açmıştır. Bu, 61 Anayasası'nın getirdiği göreli demokratikleşme ortamının bir izidir.

Ama 80 ne yaptı? 80, bu gelişmeyi bütünüyle yıktı ve bütün o tanımları değiştirdi. Yani kendi kafasına göre bir meslek örgütlenmesi düzeni getirdi. Yani yine daha ziyade bir mesleki faaliyet içinde olacak bir meslek örgütü olarak tanımladı.

1996 Anayasa değişikliği ise bize getirilen, bütün meslek birliklerine getirilen siyasetle ilişki ve siyaset yapma hakkı yasağı kaldırıldı. Yine o 90'lardan sonraki yeni bir Avrupa olacak, yeni bir dünya kurulacak, yeni bir özgürlük ortamı gelecek gibi bir söylemin yaygın olduğu dönemlerde yaşanmış bir şey. Ama 2002'den sonra bütün mağduriyetlerin kaymağını ve demokrasinin basamaklarını kullanarak iktidar olmuş AKP dönemi, ne yazık ki bütün yetki alanlarımızı kıstığı gibi özgürlük... Mesela yarışmalar düzenini yaşayamıyoruz artık. Çünkü işler daha önceden belirlenmiş kişilere ya da gruplara verilmeye başlandı. Hatta projesi olmayan ihaleler yapılmaya başlandı. Bütün yetki alanlarımız kısıtlandı, iç dağıtım düzenindeki adaletsizlik diz boyu…

Yani özet: Bütün bu devlet düzenlemeleri iki görüş aksında yürümüştür; ya özgür, bağımsız, kamu yararı gözeten bir meslek odası olacak ya da hayır yönetimin güdümünde gidecek, ranta, yolsuzluğa, haksızlığa, kuralsızlığa karşı sesini çıkarmayan sessiz, tabi meslek adamı ve meslek örgütü. Bu kavga kurulduğu günden beri Mimarlar Odası ortamında verilen ve sıcak tartışmaların ortamını oluşturan bir gerçekliktir. Bu iki görüşten biri geleceğimizi belirlerken, gelecek için bir şey söylerken bunu asla gözden ırak tutmayacağız. Bizi yok etmek istiyorlar ama yaşamla ilgili bir mesleğin erbabıyız, yani mensubuyuz. Bizi yaşamdan koparamazlar. Yani halkın bize ihtiyacı var, halkın mimarlara ihtiyacı var. Yani Avrupa Birliği görüşmeleri sırasında bu müzakereler başlarken -tekrar oluyor bu ama söylemek istiyorum- mimarlık ve sağlık görüşmelerin, müzakerelerin birinci maddesiydi. Bunun bir anlamı var. Demek ki mimarlık diğer pek çok meslek gibi ama en önde gelen bir meslek icrasıdır.

Ben konuşmamı burada noktalıyorum. Hafıza önemli, söyledim. Hafızası olmadan geleceği de inşa etmemiz mümkün değil. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, sabrınıza da teşekkür ediyorum.

Zeynep Eres (Yürütücü) - Çok teşekkür ediyoruz Yavuz Bey, çok önemli konulara değindiniz. Özellikle Mimarlar Odası'nın ikinci bir okul olması konusunun ben de bir kez daha altını çizmek istiyorum. Mimarlık eğitimi okullarda tabii ki hocalarımızın gayretiyle en iyi şekilde verilmeye çalışılıyor ama Mimarlar Odası çatısı altında kamu yararını önceleyen, toplumu önceleyen bakış açısı çok daha farklı şekilde deneyimleniyor. Dolayısıyla burada aramızda çok sayıda şube yöneticilerimiz var. Bizlerin, hepimizin görevi genç meslektaşlarımızın oda ile buluşmasını sağlamak, Oda çatısı altında bu 70 yıllık birikimi, kültürü onlara aşılamak ve bundan sonrasında biz geleceği umut etmek istiyorsak bu genç meslektaşlarımızı bu kültür çerçevesinde yormamız gerekiyor. O anlamda özellikle bu konunun altını çizmek istedim.

Bülend Bey'e sözü verirken konu eğitimden gelince hoş bir girizgah oldu. Bülend Bey tabii ki bizim genel başkanlığımızı yaptı, şube yönetimlerimizde yer aldı, halen komite -komisyonlarda bizlere çok büyük desteklerde bulunuyor. En büyük katkılarından biri de eğitim alanındaki çalışmaları ve Türkiye'deki çok sıkıntılı mimarlık eğitimi ile ilgili rasyonel çalışmalarla konuyu ortaya sermesi. Ama sadece eğitim değil her alanda söz alması için kendisine buyurun diyorum.

“Geçmişin Birikimiyle Geleceğe Hazırlanmak”

Bülend Tuna (TMMOB Mimarlar Odası 40. ve 41. Dönem Genel Başkanı) - Mimarlar Odası’nın 70 yılına emek veren herkesi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Yavuz Ağabey’den sonra kronolojik olarak sıra bana geldi ama aramızda epey bir boşluk var tabii.

Ben 1998-2010 yılları arasında yöneticiydim; altı yıl İstanbul Büyükkent Şubesi’nde, altı yıl da Genel Merkez’de yöneticilik yaptım. Daha çok yönetici olarak bulunduğum yıllara yönelik izlenimlerimi paylaşacağım. Ama öncelikle bir hususu belirteyim, 2004 yılında Oda’nın 50. yılı kutlama hazırlıkları sırasında kurulan komisyonun üyesiydim. Tarihçi değildim ama o komisyonun içerisinde yer alınca –biraz önce Oda’nın hafızasının önemini vurguladı Yavuz Ağabey– gerçekten de bunun ne kadar önemli olduğunu orada bir kez daha hissettim. Mimarlık tarihi hocalarımız vardı, Çetin Ünalın zaten meslek örgütlenmesinin tarihi üzerine çalışmalar yapıyordu, ama ben hiç o konuyla ilgilenmemiştim. O günden bu yana Oda’nın tarihi ile ilgili bilgilerin, belgelerin derlenerek değerlendirilmesi, gelecek kuşaklara aktarılması için hep çaba göstermeye gayret ettim.

Biraz önce Oda tarihiyle ilgili sunuşta seyrettiğiniz fotoğraflardaki bazı isimleri bile bir süre sonra “bu kimdi?” diye soracak, söz konusu toplantının nerede yapıldığını, neler yaşandığını aktarabilecek insan bulamayabiliriz, geçmişe yönelik bazı bilgileri bulmakta zorlanabiliriz. Bir meslek kurumu için 70 yıl az bir birikim değil, bu birikimi derlemeye, sağlıklı hale getirmeye gayret gösteriyoruz. Çetin Ünalın’a da bu konuda çabalarından dolayı teşekkür ediyorum.

Türkiye’de Meslek Örgütlenmeleri Tarihinden

Türkiye’deki meslek örgütlenmesiyle ilgili bazı notlar aldım, onlara kısa kısa değinmek istiyorum. Buradan hareketle de özellikle geleceğe yönelik bazı perspektiflere değineceğim. Bugün değinilmedi ama İstanbul’daki toplantıda hatırlatılmıştı; Türkiye’deki modern anlamda ilk meslek örgütünün kurulması 1908 yılında gerçekleşiyor, Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan özgürlük ortamında, “Osmanlı Mühendis ve Mimar Cemiyeti” kuruluyor. Bu kuruluşun 100. yılını kutladık 2008’de. Bu vesileyle o etkinlikle ilgili bazı bilgileri paylaşmak istiyorum. Tarihimizdeki modern anlamda ilk meslek örgütlenmesi olarak anılan bu derneğin kuruluşunun 100. yılı nedeniyle bir dizi etkinlik planlanmış, bu çerçevede Mimarlar Odası olarak bir klasik müzik parçası bestelenmesi için girişimlerde bulunulması kararlaştırılmıştı. Değerli besteci Kâmran İnce’nin olumlu yaklaşımıyla kısa bir süre içerisinde “Mimarın Düşü” isimli parçanın bestelenmesi ve kayda alınması sağlanmıştı. 22 Ekim 2008 tarihinde İTÜ Maçka Amfisi’nde düzenlenen toplantıda “Geçmişten günümüze Anadolu’nun yapı ustalarına adanmıştır” ithafıyla “Mimarın Düşü” adlı bestenin ilk seslendirilişi değerli sanatçı Cihat Aşkın ve İstanbul Modern Müzik Topluluğu tarafından gerçekleştirilmişti (Resim 1).

Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti 28 Ağustos 1908 tarihinde kurulmuştu. Bu meslek örgütüne üye olanların içinde yanlış hatırlamıyorsam 17 mimar var, diğerleri mühendis. Mimarlık tarihçileri Cumhuriyet kurulduğunda da yaklaşık olarak 100 mimarın Türkiye’de aktif olarak çalıştığını belirtiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra meslek örgütlenmesi alanındaki yapılanmalardan bahsedildi, Mimarlar Derneği 1927 ve diğerleri. O dönemde en büyük sorunlardan biri de kamu ihalelerinin, büyük nitelikli mimarlık hizmetlerinin yabancı mimarlara yaptırılmasıydı, buna yönelik de ciddi bir tepki var o zaman. Özellikle bir noktayı hatırlatmam gerekiyor, o yıllarda ihtisas ayrımı çok net değil; inşaat mühendisleri - mimarlar meslek ortamında kendi alanlarını tariflemede zorluk çekiyorlar, çok uzun yıllar da devam ediyor bu durum. 1954 yılında TMMOB Kanunu çerçevesinde Odalar kurulunca bazı mühendisler Mimarlar Odası’na, bazı mimarlar da İnşaat Mühendisleri Odası’na kayıt yaptırmak istiyorlar, o zamana kadarki çalışma alanları kendiliğinden ayrışmış durumda.

Ben kurucu heyet ile tanıştım, Oda’ya geldiğimde henüz yaşıyorlardı. 1954’teki kuruluşun ilk yöneticileri; Aydın Boysan, Maruf Önal, Nezih Eldem, Kemali Söylemezoğlu, Gündüz Özdeş; Oda’nın 45. yılının anmasında İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki toplantıda dönemlerini, kuruluş yıllarını anlattılar, gündemlerini dile getirdiler. Hayrettir, gündemlerindeki en önemli sorunlardan birinin “imzacılık” olduğunu belirtmişlerdi, 1954’ten bahsediyoruz, bugün hâlâ “imzacılık” ciddi bir sorun.

Menderes yıkımları, ilk kuruluş dönemlerinde ciddi bir sorun olarak Oda’nın gündeminde. Bir numaralı üyemiz Emin Onat Demokrat Parti milletvekili, mimarlar İstanbul’un yeniden yapılanması sürecine, planlanmasına dahil olmak istediklerini Menderes’e belirttiğinde, “mimarlar fazla karışmasın, Oda’yı kapatırım,” diye tehdit ediyor, ciddi bir tehdit tabii. Daha sonra da fazla ses çıkarmasınlar diye 1957 yılında meslek odalarının merkezleri Ankara’ya taşınıyor. Ankara’daki bakanlık kadrolarının daha itaatkâr olacağı düşünülmüş herhalde.

Meslek odamızın tarihini dönemlere göre değerlendirdiğimizde 60’lı yılların ortasına kadar kuruluş dönemi olarak değerlendiriyorum. 1963 yılında Mimarlık dergisi yayına başlıyor. Çok önemli bir adım. O zamana kadar etkin bir mimarlık yayını olarak Arkitekt dergisi var. 63’te Mimarlık dergisi yayına başlıyor ve bugüne kadar geliyor; çok nitelikli bir birikim sağlıyor. Ne yazık ki son zamanlarda değişik nedenlerle biraz aksamalar olduğunu gözlüyoruz, umarım sorunlar aşılır ve süreklilik sağlanır. Kurumlaşma anlamında çok önemli bir adım olarak genel merkez binasının inşaatı gerçekleştiriliyor.

Meslek Odalarında Değişim Rüzgârı

60’ların ikinci yarısında bir değişim rüzgârı başlıyor. İstanbul’da değinildi ama burada pek dile getirme fırsatı olmadı Yavuz Ağabey’in; yani 68 rüzgârının ön belirtileri başlamıştır. Üniversitelerden mezun olanlar öğrencilik yıllarındaki heyecanlarıyla odalara gelmiş, değişim başlamıştır. 1961 Anayasası’nın da getirdiği bir özgürlük ortamıyla Türkiye’de başka bir siyasi iklim doğmuştur. Özellikle bir ismi saygıyla tekrar anmak istiyorum, o dönemlerde genel başkanlık yapan Maruf Önal’ın o dönüşümde çok ciddi katkıları vardır. Oda’nın söylemi değişmeye başlamış, “Mimarlar Odası Toplum Hizmetinde” sloganı daha belirgin bir şekilde kullanılır olmuştur.

Oda’nın kuruluşunda Türkiye’de 736 mimar vardı. Arada rakamları belirtiyorum, atlamaları birazdan siz de fark edeceksiniz. 1968’de, 3 şube, bazı temsilcilikler ve 3145 mimar üyemiz var. O dönemde dışarıda afişlerde göreceğiniz birçok etkinlik yapılıyor ama iki tanesi çok önemli: “Mimarlık Semineri” ve “Millî Fizikî Plan Semineri”; çok önemli katkılar derleniyor. Mimarlık Semineri diğer disiplinlerden katkılarla dört gün sürüyor, mimarlığın tanımları, mimarlık görevleri gibi konular gündeme geliyor. Paralı eğitime karşı verilen “özel okullar kapansın” mücadelesi çok önemli bir kazanımdır bu dönemde. İhtisas ayrımı, inşaat mühendislerinin mimari proje imzalamaları hâlâ sorundu o dönemde. Uzun yıllar boyunca Türkiye’de mimarın olmadığı yerleşimler vardı, hatta iller vardı.

Sonra 12 Mart askeri müdahalesinin yaşandığı, Oda’da da zorluklarla, tutuklamalarla geçen yıllar geliyor… Ben o yıllarda öğrenciyim, 1969 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdim. Öğrenci derneği yöneticisi olarak Oda’da çalışıyordum. 12 Mart döneminin sonlarına doğru siyasi iklim yumuşamaya başlayınca Yavuz Önen, Sait Kozacıoğlu ve diğerlerinin tıraşlı bir şekilde hapisten çıktıklarını hatırlıyorum. O dönemler zor yıllardır aynı zamanda... İlk defa 1971 yılında, Oda’nın 17. döneminde bir kadın meslektaşımız, Afife Batur yönetime geliyor. 1971 askeri müdahale sonrası yaşanan sıkıntılar, baskılar yıllar sonra 12 Eylül’de de devam ediyor, siyasi çalkantılar Oda’yı da etkiliyor. Bu konuların ayrıntısına girmek istemiyorum, sadece değinmek, böylesi bir meslek örgütlenmesi tarihi anlatısı içerisinde yerlerini belirtmekle yetiniyorum.

Mimarlar Odası Örgütlenmesi Yaygınlaşıyor

Ben bu dönemin sonu olarak 1986 yılında yapılan toplantıyı bir kırılma noktası olarak görüyorum. 1986 yılında Bursa-Kirazlıyayla toplantısı yapılıyor, artık üye sayımız artmış, 17.250 üyemiz var. Ama hâlâ üç şube var ve örgütlenmede sıkıntılar yaşanıyor. İstanbul, İzmir, Ankara Şubelerinin örgüte yeteri kadar ilgi gösteremedikleri yönünde eleştiriler var. Kirazlıyayla’da temsilciliklerin de katılımıyla etkin bir toplantı yapılıyor ve şubeleşme kararı çıkıyor, ardından yeni şubeler kuruluyor.

12 Eylül sonrası Özal’lı yıllar, yani Bedrettin Dalan’ın İstanbul yöneticisi olduğu ve “Dalan-Talan yılları” dediğimiz dönem. O dönem meslek yasası tartışmaları başlıyor, bu daha sonra da devam ediyor. Kente karşı suçların daha da yoğunlaştığı ve kent mücadelelerinin de aynı şekilde daha etkin sürdürülür olduğu yıllar. Oda da tecrübe kazanıyor, gerek hukuki gerek teknik olarak kent mücadelelerinde oldukça etkin oluyor ve ciddi kazanımlar elde ediliyor. Bu dönemin sonunda da hepimizi etkileyen 1999 depremi oluyor.

1999 Marmara Depreminin Yarattığı Farkındalık

1999 depremi çok ciddi bir kırılma noktası. Her zaman depremlerin olduğu bir ülkedeyiz, coğrafyadayız ama 1999 depremi, hem depremin olduğu bölge itibariyle, hem şiddetiyle, hem yarattığı yıkımla ve özellikle yarattığı korkuyla çok ciddi bir farkındalık getiriyor, sonuçta hem mesleğimiz hem meslek eğitimimiz tartışılmaya başlanıyor. Hükümet devriliyor, o dönem hükümeti oluşturan üç parti de baraj dışı kalıyor, yeni hükümet kuruluyor ve AKP yönetime geliyor 2002’de. Daha önce de belediyelerde göreve gelmişti, o zamandan bu yana da AKP’li yılları yaşıyoruz.

2000’de üye sayımız 20.998. Şubeler yaygınlaşıyor, 2014’te Odamızın 60. yılında 44.918 üyeye ulaşmışız, Oda’nın 26 şubesi, 85 kentte temsilciliği ve 49 kentte de temsilcisi var. 2024 yılında 29 şube ve 69 temsilcilik ile oldukça yaygın bir örgütlenmeye sahibiz, (11 Aralık 2024 tarihinde) üye sayımız ise 85.937… Yani 64.939 meslektaşımız 2000’den sonra aramıza katılmış. Yani olağanüstü bir yüklenme bu, yönetimlerin nicelik takıntısının, bu yanlış politikasının bir sonucu. Bu nicel takıntı birçok şeyin örneğin kalite arayışının üstünü örtüyor, eğitimdeki niteliği zedeliyor. Bu istemeden yapılmış bir şey değil, özellikle bir politikanın ürünü olarak başımıza gelen bir şey. Bugün genç meslektaşlarımızın karşılaştığı, işsizlik, yapı üretim sisteminin yeterli istihdam yaratamaması, düşük ücretler, vb. gibi sorunların temel kaynağının bu politika olduğunu görmemiz gerekiyor.

Toplum ve Mimarlık Çalışmaları

Bu dönemden daha önce de elbette gündeme gelmişti ama özellikle 50. yıl vesilesiyle toplum ve mimarlık çalışmaları daha etkin nasıl yapılabilir, nasıl olmalı diye de bir çabamız oldu. Günlük gazete ile birlikte dağıtılan mimarlık ekleri hazırlamıştık, hatırlayanlar olacaktır; Cumhuriyet Gazetesi ile beraber iki ek ve Hürriyet Gazetesi ile de bir ek yayımlandı. Mimarlıkla ilgili konuların daha kolay tartışılabilir, ele alınabilir toplantılar yaptığımız bir dönemdi. Biraz önce Avrupa Birliği yılları, yanılsama yılları diye aktarıldı. Evet, o dönemde Avrupa Birliği perspektifi çerçevesinde iktidar ve ana muhalefet ortak çalışmalar yürütüyor, beraberce hazırlanan anayasa paketleri tartışmasız Meclis’ten geçiyor ve Avrupa Birliği uyum yasaları peş peşe Meclis’e geliyordu. Uyum yasalarından biri mesleğimizi de ilgilendiriyordu, çok önemliydi; mimarlıkla ilgili özel direktif bir yasa olarak Meclis’e gelmek üzereydi. Bu tasarı bugün yaşadığımız eğitimin süresi, niteliği, eğitime dayalı olarak unvan verme ve meslek yapma yetkisi konularındaki sorunların çözüleceği bir yasal düzenlemeydi. Hazırlanmasına Oda olarak katkımız olmuştu, fakat ne yazık ki bu yasa çıkmadı. “Mesleki Yeterliliklerinin Belirlenmesi ve Karşılıklı Tanınması Hakkındaki Direktif” sağlık meslekleri ile mimarlıkla ilgili konuları düzenleyen özel bir direktifiydi. Diğer meslekler (mühendisler vb.) başka bir direktifteydi. Avrupa Birliği ile siyasi süreç donduruldu ve bu çalışma rafa kaldırıldı.

Avrupa Birliği sürecinin yoğun olarak yaşandığı dönemde Oda’da bir eksiklik hissettik. Eskiden beri Oda’da uluslararası ilişkiler takip edilirdi ama uluslararası meslek hukukunun ayrıntıları gündemimize gelmeye başladığında, daha başka bir dikkatle buna eğilmemiz gerektiği ortaya çıktı. Hatta Oda’da “Avrupa Masası” kuralım diye öneriler geliyordu. Uluslararası ilişkiler komitemiz güçlendirildi. Bu konuda özel çaba gösteren Günhan Danışman Hocamızı, Aydan Erim Hocamızı saygıyla bir kez daha anıyorum. Onların ve diğer meslektaşlarımızın bugüne kadar süren çabaları takdire değer. Uluslararası meslek örgütlerinin ürettikleri belgeler, çıkarılan meslek kotları, etik belgeler vb. hızlıca çevrildi ve Türkiye meslek kamuoyuyla paylaşıldı. Bu metinlere yer verdiğimiz Belgeler dergisi yayınlandı, hâlâ daha kaynak olarak kullanılan bir birikim sağladı. Uluslararası pek çok toplantılara katıldık, Avrupa’daki ve dünyadaki diğer meslek örgütlerinin gündemlerini Türkiye’ye taşımaya, ortak gündemlerimiz haline getirmeye ve bizim kendi sorunlarımızı bu platformlara aktarmaya gayret ettik. Bu önemli bir kazanımdı, tartışmalarda bir başka farkındalık yaratılmıştı ve buna benzer kendi iç hukukumuzda da değişimler söz konusu oluyordu.

1999 depreminden sonra mesleki eğitimin yetersizliği gündeme geldiğinde Mimarlık ve Eğitim Kurultayları başladı. XII. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nı geçtiğimiz Kasam ayında yaptık. Kurultaylarda yapılan tartışmalarda gerek eğitim ile ilgili, gerek eğitimden sonraki meslekle ilgili alanlardaki yapılanmalar, birtakım kural koyucu düzenlemeler yapma ihtiyacı duyduk. Bildiğiniz üzere (MiAK) Mimarlık Akreditasyon Kurulu, (MiMEKK) Mesleğe Kabul Kurulu, (SMGM) Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi ve (Mim.Ar) Mimarlık Araştırma Merkezi gibi yapılar oluşturuldu, bunlar eksikliklerine rağmen bugüne kadar çok önemli işler yaptılar ve yapıyorlar. Daha da devam edecek diye umuyoruz.

Bu süreçte Ulusal Mimarlık Politikaları konusu gündemimize geldi. Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu (EFAP) toplantılarına katılıyorduk. Dönem başkanlığını üstlenen Avrupa ülkesinin ev sahipliğinde düzenlenen bu toplantılarda özellikle kamu projelerinin, en büyük işveren olarak kamunun mimarlık hizmetleri elde edilmesiyle ilgili politikaları, kentlerin yaşam kalitesinin daha iyi nasıl olabileceğine dair yaklaşımlarını gösteren metinleri tartışılıyor, örnekler ele alınıyordu. Bu metinleri dilimize çevirdik ve tartıştık. Kurultaylarla beraber kendi politikamızı yaratmaya gayret ettik, “Türkiye Mimarlık Politikası” ve buna bağlı olarak “Türkiye Mimarlık Eğitim Politikası” hazırlandı. Bunlar bizim öneri politikalarımızdı. Bu metinleri, meslek yasamızla beraber o zamanki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer dahil olmak üzere devletin ilgili katlarına ilettik. Ama ne yazık ki yurt dışında olduğu gibi meslek örgütünün hazırladığı bu metinler, ilgili kurumlarca da paylaşılıp, tartışılıp ulusal bir metin haline gelmedi ve hâlâ o süreçten oldukça uzağız.

Bu dönemde bir başka önemli gelişme de 2005 Dünya Mimarlık Kongresi oldu, çeşitli tartışmaları da beraberinde getirdi ama oldukça başarılı bir kongre yapıldı. Küreselleşmenin bütün hızıyla sürdüğü bir dönemdi. “Kentler, Mimarlıkların Pazaryeri” mi tartışmalarının yaşandığı bir dönemdi. Bu tartışmalarla beraber oldukça nitelikli sunuşların da olduğu etkin bir kongre yapıldı. Bunu da bu dönemin bir kaydı olarak belirteyim.

2010 yılından sonra bir başka değişimin yaşandığını da özellikle belirtmek isterim. O yıl yapılan referandumdan sonra pek çok şey değişti, devletin yapılanması, yönetimin yaklaşımı farklılaştı. O dönemdeki etkinliklerle ilgili söylenebilecek en önemli konu Gezi Direnişidir. Gezi Direnişi oluşum şekli, yaşananlar ve sonrasında bugüne kadar gelen çok farklı bir etki yarattı. Kent hafızasında önemli bir yer edindi. Sonuçlarını hâlâ tüm yönleriyle yaşıyoruz.

Mimarlar Odası’nın Gündemi

Şimdi ben bu gözlemlerime dayalı olarak yaptığım kısa sunuştan sonra kendi notlarımla ilgili önem verdiğim –pek çok şeye önem veriyoruz tabii ki önemsiz değil diğerleri ama– birkaç konuya değinmek istiyorum. Mimarlar Odası başından beri sorgulayıcı bir kurum oldu. Biraz önce de dile getirildi, Mimarlar Odası uyum mu sağlayacak yoksa mücadele mi edecekti? Evet, bunun cevabını yıllar öncesinden vermiştik: “Mimarlar Odası mimarlıktan sorumlu devlet bakanlığı değildir”. Yani hükümetin aldığı kararları hayata geçirmek için uğraşan, bununla yetinen bir kurum değildir. Biz sorgulayıcı bir kurumuz; meslek adına, kentlerimiz adına alınan kararları, uygulamaları sorguluyoruz, bu kapsamda sürekli mücadele ediyoruz. Kanunları, yönetmelikleri inceliyoruz, irdeliyoruz, öneriler getiriyoruz, kentlerimizle ilgili planlara gerektiğinde itiraz ediyoruz. Bunlar bir güç gerektiriyor, mücadelemiz için çok ciddi bir güç gerekiyor. Mimarlar Odası’nın daha güçlü olması, neler yapması gerektiği üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.

Her şeyden önce üye bağlarımızın geliştirilmesine ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Üye bağlarımızın, yani aidiyet duygusunun sadece aidat toplamakla olmadığını hep söyleriz ama bunu nasıl geliştireceğimiz konusunda biraz daha düşünmemiz ve farklı uygulama politikalarını geliştirmemiz gerekir. İstanbul’daki sunuşlardan birinde Mehmet Bozkurt, mimarlığın değişen çalışma alanlarından söz etti ve tablolar sundu. O tablolarda 62 farklı alanda mimarın çalıştığını gördük. Bu 62 alan çoğalabiliyordu alt bölümlemelerle beraber. Bu 62 alanda çalışan ve giderek de daha farklı çeşitlenen mimarlık hizmetlerinin hepsinin Oda’da karşılığı ne yazık ki yok. Dolayısıyla bu alanlarda çalışan meslektaşlarımızın Oda’ya gelip kendi sorunlarıyla ilgili dertlerini anlatacakları, taleplerini dile getirmek isteyecekleri, mevzuat değişiklikleri önerilerini söyleyecekleri, düzenleme isteyecekleri ortamın sağlanması gerekir diye düşünüyorum.

Meslek Yasası Üzerine Birkaç Söz

Mimarlığın çok etkin iki tane yasası var. Bu yasaları küçümsemiyoruz: 1938 yasası ve 1954 yasası. Eksikleri var ama bu yasaları küçümseyip kenara atalım, yepyeni bir yasa yapalım tartışmalarının hayal olduğunu bir kez daha altını çizerek söylemek isterim. Meslek yasası önerimiz bu tür tartışmalarla ilgili başka bir şeyi tanımlıyordu, bir başka eksiğimizi gidermeyi hedefliyordu. Arşivlerimizde var, lütfen okuyun onu da. Bu bizim ortak tartışmamızda ürettiğimiz ve daha önceki tartışmalardan sonra da Oktay Ekinci zamanında geliştirdiğimiz bir metindi. Fakat şu andaki siyasi iklimin böyle bir yasanın gündeme gelmesine uygun olmadığını takdir edersiniz. Biz şu anda zedelenen hukukumuzu tamir etmek durumundayız, onunla uğraşmak zorundayız. Sürekli olarak mevzuatın şurasında burasında, kendi yasamızda ya da başka bir yasanın içinde geçen, başka bir uzmanlık alanının meslekleşmesiyle lobi yaparak getirdiği bir takım düzenlemelerin mesleğimizi geri plana atmasını dikkatli bir şekilde takip etmemiz, yapılan yanlışların mesleğimiz adına düzeltilmesini talep etmemiz gerekir. Öte yandan siyasi ortamda uygun bir moment geldiğinde de “evet bizim politikamız budur, bunu talep ediyoruz” diye hepimizin ortak sesi olarak götüreceğimiz metinlerin de hazır olması gerekir. Elimizde böyle metinler vardır, güncellenebilir elbette, onu da tartışabiliriz. Zaman zaman toplantılarda duyuyorum “meslek yasamız yok, niye bunu talep etmiyoruz” diye konuşuluyor. Öncelikle mevcut yasalarımızı hatırlatmak, birdenbire bu konuda bizi zor durumda bırakabilecek yepyeni bir meslek yasası hayalinin gerçekçi olmadığını bir kez daha belirtmek istedim.

Ülkemizde 2000’li yıllardan itibaren yoğun bir iç göç yaşandı, üstelik farklı coğrafyalardan gerek siyasi nedenlerle gerek iklim nedenleriyle ciddi göçler yaşanmakta. Bu göçlerin peşinden kentlerimizde ciddi barınma ve başka sorunlar ortaya çıkıyor, kentlerimizin yaşam kalitesindeki zaten zayıf olan noktalar daha da artarak öne çıkıyor. Bu konunun önümüzdeki dönemde ciddi gündem maddesi olacağını düşünüyorum.

Son olarak değinmek istediğim konu da yukarıda dile getirmeye çalıştığım konulara bağlı olarak artan etik sorunlardır. Etik sorunlarla baş etmemiz de her geçen gün daha fazla çaba gösterilmesini gerektiriyor diye düşünüyorum. Konuşmamda verdiğim rakamlardaki o nicel artış, yapı piyasasının bunları hazmedememesi ve diğer meslekler arası rekabetler etik sorunları daha fazlalaştırıyor, daha görünür hale getiriyor. Bunlardan dolayı da biz etik konuları gerek eğitimde, gerek Oda içerisinde, gerek meslek ortamında farklı şekillerde incelemek, izlemek durumundayız diye düşünüyorum.

Yönetimlerin sorumluluğu sadece gündemin ve çalışma programının hayata geçirilmesinde değil, bir ölçüde bu arayışların örgütlenmesinde ve gelecek yönetimlere birikimleriyle birlikte devredebilmesindedir diye düşünüyorum.

Oda’nın Güçlü Olması Demek…

Son olarak da bir şeyi paylaşmak istiyorum. Bursa-Kirazlıyayla’da 1986’da gerçekleşen toplantının yıldönümünde, 23 Aralık 2006 tarihinde Bursa’da bir etkinlik yapılmıştı. Ben o zaman genel başkandım. Toplantıda Oda’nın örgütlenmesini tartışmış, giderek yoğunlaşan gündemiyle mücadele edebilmesi için güçlü olması gerektiğini belirtmiş, “Oda nasıl güçlü olabilir” diye bir konuşma yapmıştım. Konuşmamın sonunu şöyle bağlamıştım, paylaşayım:

˗ Oda’nın güçlü olması demek, üyenin Odasıyla birlikte kendini güçlü hissetmesi, mesleğiyle gurur duyması, onu önemsemesi demektir. Her yaptığını beğenmese de Odasının varlığını hissetmesi, gerektiğinde sığınacağı bir liman olarak, gerektiğinde saldırılara karşı korunması gereken bir kale olarak görmesi demektir.

˗ Oda’nın güçlü olması demek temsilciliklerin, Oda temsilcilerinin, Oda’nın mührünü taşıyan herkesin güçlü olması, o temsiliyetin ağırlığını taşıyabilmesi demektir. Her yerde aynı şekilde davranmak değil belki, ancak karşılaşılan sorunu bir bütünün parçaları olarak görüp değerlendirebilen üyeler demektir.

˗ Oda’nın güçlü olması demek, güçlü şubeler demektir, şubelerdeki insan gücünün sadece yaşanılan kentle ilgili sorunlarda değil, o sorunların ülke genelindeki bağını kurabilme becerisinin gösterilmesi, Oda’nın söylemine, politikasına katkı yapabilmenin sağlanması demektir.

˗ Oda’nın güçlü olması demek, merkezinin güçlü olması, yeni gündemlere yönelik olarak hızlı ve etkin tepki gösterebilme kabiliyeti, gündem oluşturabilme gücü demektir.

˗ Oda’nın güçlü olması demek, söyleminin güçlü olması, ne deneceğinin nerede durulacağının bilinmesi demektir.

Ben bu dediklerime bugün de inandığım için burada paylaşıyorum. Oda’yı önemsiyorum, Oda’nın yöneticisi olmaktan onur duyuyorum. Bugüne kadar bu işleri yapanlara saygılarımı, şükranlarımı sunuyorum, bundan sonra da görev alanlara sizlere başarılar diliyorum.

Odamızın 70. yılı kutlu olsun.

Zeynep Eres (Yürütücü) - Çok teşekkürler Bülend Bey. Siz de diğer pek çok önemli konunun altını çizdiniz. Ben bir tanesini özellikle altını çizeceğim: "50. yılında toplumla mimarlığı buluşturmayı görev bildik" dediniz, sene 2004 olmuş oluyor. O dönem dünyada aslında pek çok alanda toplumla ilgili meslek alanlarını buluşturma yolunda bir gidişin de olduğu bir dönem. Ben kendi koruma alanımdan özellikle daha yakinen biliyorum, 2005-2008 yıllarında Avrupa Konseyi UNESCO kültür varlıklarının toplumla buluşturulmasına yönelik çok ciddi tüzükler hazırlarlar. Yani sadece bir meslek mensubunun, bir meslek grubunun kendi sırça köşkünde konuları konuşması, tartışması değil, bütün bunları toplumla buluşturması, toplumun bu kavramları içselleştirmesini sağlaması ve ancak bu şekilde bu mesleklerin güçlü olarak yola devam edebileceği görüşü o dönemde küresel ölçekte de gelişiyor. Bu bağlamda bizim Odamızın da 50. yılında, 2004'te toplumla mimarlığı buluşturma çabası çok değerli.

Ben yine bize ödev çıkarıyorum hazır bütün yöneticilerimiz de buradayken; bizim bir diğer önemli görevimiz de genç meslektaşlarımızla Oda çatısı altında buluşmanın yanı sıra toplumla Oda çatısı altında buluşmayı sağlamak ve bizim mesleğe bakışımızı, bizim mesleğimizin ne olduğunu topluma anlatabilmemiz lazım ki toplum mimarlığı sadece ve olmaması gerektiği halde rant odaklı bir yapılaşmanın aracı olarak görmesin. Bunu kırmak için bizim Oda çatısı altında mimar olmayan yereldeki toplum gruplarıyla biraraya gelmemiz ve onlarla da bir dil geliştirerek kendi kapalı içimizdeki dilimizle bunu sağlamamız mümkün değil. Ona yönelik de bir dil geliştirerek bizim yaklaşımımızı, duruşumuzu, neden böyle davrandığımızı topluma anlatmamız ve toplumun da düşüncelerini, duygularını alarak ayrıca bizim de bir geri besleme yapmamız gerekir. Yani sırça köşkte hiçbir meslek yaşanamaz, toplumla buluşmadan bizim de tabandaki duyarlılıkları, hassasiyetleri kavramadan kendimizi geliştirmemiz mümkün değil. Biz tabii ki bilimle, aldığımız eğitimle mimarlığın nasıl olması gerektiğini, geleceğin nasıl şekillenmesi gerektiğini öngörüyoruz ama burada o mimarların içinde yaşayacak toplumun da süreçlerin içinde katılımcı olarak yer alması gerektiğini bizim de daha iyi öğrenmemiz gerekiyor. Deprem süreci tartışmaları bunları zaten gündeme getirdi. O bağlamda özellikle çok önemli konulara değindiniz, bunun altını çizmek istedim. Çok da sözü uzatmadan şimdi üçüncü başkanımıza, Sayın Eyüp Bey'e söz vermek istiyorum. Ben susuyorum, söz sizde.

Eyüp Muhcu (TMMOB Mimarlar Odası 42, 43, 44, 45, 46 ve 48. Dönem Genel Başkanı) - Değerli arkadaşlar, toplantıyı organize ettikleri için Merkez Yönetim Kurulumuza teşekkür ediyorum. Bu oturumda Yavuz Ağabey genel kapsamda konuları aktardı, Bülend Tuna arkadaşımız bugünkü oda çalışmalarıyla ilgili hemen hemen bütün konu başlıklarına değindi. Dolayısıyla iki konudan da kurtulmuş oldum. Biraz daha farklı ve ortaklaşan konuları zamanım ölçüsünde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Bizim kuşağımız sosyoloji çevreleri, siyasal çevreler tarafından “78 kuşağı” olarak tanınıyor. Toplumsal gerçeklik olarak ben de bunu tanımlamaya çalışıyorum.

Zorlu bir dönem, zorlu bir kuşak, sorunları büyük. Sokak ortasında öldürülmüş, işkence görmüş, hapse girmiş bir kuşaktan söz ediyoruz.

Yavuz Ağabey toplantının hemen başında Kahraman Ezber'den söz etti. O değerli insan benim yakın arkadaşlarımdan birisiydi. Bitirme projesini teslim etmek için koltuğunun altına almış, Trabzon Taksim Meydanı'nda dolmuşa binip Karadeniz Teknik Üniversitesi'ne gidip teslim edecekti. O sırada bir pusuya düşürüldü ve öldürüldü. O dönemde sağ-sol çatışmaları diye kamuoyunda tartışılıyordu.

Oysa krizin derinleştirilmesi, kamunun çökertilmesi, özelleştirme yağma politikalarını yürürlüğe girmesi için bir darbeye ihtiyacı vardı düzenin. Bu darbenin de koşullarını yaratmanın bir aracı olarak bu saldırılar gerçekleştirilmişti.

Bu sürece dair önemli bir örnek vermek istiyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Necdet Bulut katledilmişti. Yine sağ-sol çatışması çerçevesinde basında tartışılmıştı. Nihayetinde bir kesim tarafından kullanıldığı iddia edilen bir meczup, bir akıl hastası tarafından bir bilim insanı katledilmişti. Kamuoyunda böyle tartışılmıştı ama biz 78 kuşağı olarak gerçekliği görebilmek için perdeyi aralamak gerektiğini öğrendik.

Necdet Bulut sosyalist bir bilim insanıydı, bundan öldürülmüştü, kamuoyunda tartışılan, kamuoyuna yansıtılan da buydu. Evet, bu bir gerçekti.

Necdet Bulut, aynı zamanda çok nitelikli bir bilim insanıydı. ODTÜ'de doçentti. Çok başarılı, yaratıcı bir bilim insanı kamudan da belli ki bir grubun desteğiyle Karadeniz Teknik Üniversitesi'ne “Bilişim Merkezi…” kurmak, yazılım programları hazırlanmasının alt yapısını oluşturmak üzere görevlendirildi.

Eğer Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde bu merkezin kurulmasını gerçekleşmiş olsaydı bugün tren, hızlı tren, askeri ya da sivil uçaklar, gemiler ve daha pek çok modern teknoloji ürününün yazılım programı yapılacaktı. Ulusal yazılım programları bu merkezde üretilebilecekti.

Bugün örneğin savaş uçaklarının, stratejik savunma ünitelerinin yazılım programları ABD'ye aittir. ABD izin vermediği sürece uçakları fiilen kullanamazsınız.

Bu acı örnek üzerinden gördük ki; evet bir sosyalist bilim insanı öldürülmüştü. Ancak aynı zamanda bir gladyo operasyonuyla ulusal yazılım programları katledilmişti. Dolayısıyla biz “78 kuşağı” olarak hiçbir şeyi göründüğü gibi algılamamaya, arkasındaki gerçeği araştırmaya, öğrenmeye çalıştık. Bu gerçeklik içerisinde bazı konulara değinmek isterim.

Bu zorlu koşullar sürecinde, 21 Nisan 1984 yılında Mimarlar Odası İstanbul Şubesi'ne kaydımı yaptırdım. O dönemde henüz 15 bin mimar kaydı vardı. Biraz önce de arkadaşlarımızın söylediği gibi 85 bine mimar sayısı arttı, belki 2-3 sene sonra 100 bini bulacak.

Mimarlık mesleği ve mimarların geçmişi ve bugünkü durumuna ilişkin kimi değerlendirmeleri dile getirmek istiyorum.

Her ne kadar 1908'de çağdaş anlamda mimarlık örgütlenmelerinden bahsedilmiş olsa da, gerçekte Cumhuriyet devriminin aydınlanmacı çağdaşlaşma sürecini başlatmasıyla birlikte çağdaş örgütlenmelerin de önü açıldı. 1927 Mimarlar Derneğinin, 1954'te meslek odalarının kurulması bu sürecin somut yansımalarıdır.

1954'ten önce dünyada Uluslararası Mimarlar Birliği'nin 1948 yılında kurulmasına bağlı olarak bir odalaşma sürecinin de gerçekleştiğini biliyoruz. Dolayısıyla hem Türkiye'de çağdaşlaşma, aydınlanma serüveni hem de dünyada bu anlamdaki gelişmelere paralel olarak Türkiye'deki mimarlık örgütlenmeleri, mimarlık eğitimi ve daha pek çok konuda düzenlemeler, yasal süreçler organize edilmiştir.

Cumhuriyet'ten önce mimarlık, birkaç ailenin yaptığı işti. Bir kastlaşma vardı. Bu ailelerin dışında kimse kamu projelerini yapamazdı. Babadan oğullarına geçen bir meslekti. Cumhuriyetle birlikte halkın çocuklarının, emekçilerin çocuklarının da mimar, mühendis, plancı olmalarının önü açıldı. Dolayısıyla Cumhuriyet devrimini bu anlamda bir kez daha anmak son derece önemlidir.

Bugün eğer meslek örgütlerinden, çağdaş örgütlenmelerden söz ediyorsak ya da çağdaş kurumlardan söz ediyorsak, bunu Cumhuriyet devrimine borçlu olduğumuzu özellikle belirtmek gerekir. Ve yine bugün Türkiye'de bir demokrasi mücadelesinden, özgürlük mücadelesinden söz ediyorsak ya da mimarlığın uygar kentler ile buluşmasından söz ediyorsak; bunu Cumhuriyetin yarattığı ortama borçluyuz.

Tüm yetkilerin bir merkezde toplanması; yani belediyelerin plan yetkileri, odaların meslek haklarıyla ilgili yetkileri, mimarların mesleğini yapmasına ilişkin bir takım yetkiler, başka yetkilerin gasp edilmesi, kayyumlar, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması günümüzün gerçekleri...

"İsrail'le işbirliği yapıyorsunuz" dediği için anında 9 tane yurttaşımız hapse atılıyor. Devletin her alanına müdahale edildiği bir dogmatik yaklaşım. Milli Eğitim Bakanlığı, bugünkü anlayış çerçevesinde bir tarikatlara teslim edilmiş. Sağlık Bakanlığı yine bugünkü anlayış içerisinde Menzil tarikatına teslim edilmiş. Kültür Bakanlığı öyle, başka devlet kurumları öyle; ordu ve emniyet içindeki kadrolaşmalar, öğretmenler içinde de hep böyle...

Merkezi yapının, halkın en kılcal damarlarına kadar, toplumun en kılcal damarlarına kadar hegemonyayı inşa etmek için mücadele ettiği ve bunu da önemli ölçüde başardığı koşullar söz konusudur.

En önemli sorunların başında propaganda ile halkın manipülasyon koşullarında yönlendirilmesi meselesidir. Manipülasyon, “doğruyu yanlış, yanlışı doğru” göstermek. Totaliter rejimlerin tarihte en çok başvurduğu yöntemler.

Türkiye’de 15 Temmuz “darbe girişimi” bahanesiyle otokratik bir rejim inşa edildi. Sonrasında çıkarılan kanunlar, yapılan birtakım düzenlemeler ve uygulamalarla rejimin totaliter bir rejime evrilmiştir.

Otoriter / Totaliter rejimle sadece demokrasi meselesi değildir. Bununla birlikte mimarlık mesleğinin niteliğini, yapılma şeklini, mimarların mesleki haklarını, toplumsal hakları direkt ilgilendirmektedir. Dolayısıyla eğer demokratik bir ortamda mimarlık yapıyorsanız, sizin nitelikli ve özgün mimarlık örnekleri yapma olanağınız vardır. Ancak, totaliter bir rejim koşullarında yaşayan bir mimarsanız ve mimarlık hizmetleri yapmak istiyorsanız; özellikle kamu projelerinde, büyük ölçekli projelerde sizin yeriniz asla yoktur. Dogmatik bir ideolojinin dogmalarına göre yönlendirilmiş birtakım siluetler, birtakım yapı tasarımları, birtakım malzeme biçimleri kentleri çirkinleştirirler.

Eğer 2000'den sonra Mimarlar Odası kent mücadelesi çalışma alanının büyük bir kısmını oluşturuyorsa, bunda mimarların tercihi tabii ki var, ama mimarların tercihinden daha çok totaliter rejimin bu kent suçlarını, çevre yağmasını, emek ve doğa sömürüsüne dayatmasıyla ilişkilidir. Bundan bağımsız olarak süreci değerlendirme olanağı yoktur.

21 Nisan 1984'te ben kayıt yaptırdığım zaman Mimarlar Odası 30 yaşındaydı. O dönemde Mimarlar Odası'nın tarihinden söz ederdik genel kurullarımızda. Oda 30 yaşındaydı ve bizler de 20'li yaşlardaydık. Mimarlar Odası işte Maruf Hocaların, Aydın Boysan’ların, Yavuz Önen’lerin yönetimlerde olduğu dönemlerde Mimarlar Odası ilk deneyimlerini yaşıyordu aslında.

Aradan 40 yıl geçti. 15 bin mimar sayısı 70 bin artarak 85 bine çıktı. Mimarlar Odası'nın yapılan çalışmalar ve gelecek öngörüleri dikkate alınarak 70 yıllık tarihin yeniden değerlendirilmesine gereksinim var. Bu tarihi tabii ki en sağlıklı şekilde mimarlar yapar, yaşayanlar yapar, bu alanda çalışanlar yapar. Ancak, Mimarlar Odası'nın ve mimarlığın tarihini sadece mimarlara bırakmak da doğru değil. Çünkü diğer ilgili meslek gruplarının bu alana dışarıdan kendi meslek uzmanlık alanından bakması, değerlendirmesi ne de gerek vardır.

Tabii Mimarlar Odası tarihini değerlendiren kitap ve makaleler bulunmaktadır. Bu bakımdan son 20 yılı kapsamasa da Çetin Ünalın tarafından derlenen kitap önemli bir kaynak. “Türkiye Mimarlık Politikası” ve “Türkiye Mimarlık Eğitim Politikası” metinleri Mimarlar Odası'nın birikimini yansıtan ve bu her zaman başvuracağı birer kaynak.

Mimarlık mesleği aslında varoluşundan beri bir uygarlaşma yaratan bir sürecin öncüsü olmuştur. Yapı dokularının ve kentlerin üretilmesi sürecinde mimarlar öncü rol olmuştur. Yeni teknolojilerin üretim alanında ya da kentleşme, yapılaşma süreçlerinde kullanılması ve diğer alanlarda kullanılmasıyla ilgili mimar, mühendis, plancı ve ilgili uzmanlıklar önemli rol üstlenir. Yeni buluşların toplumla buluşturmanın en önemli unsurları mimarlar, mühendislerdir.

Dolayısıyla mimar ve mühendislerin yenilikçi bir nosyonu vardır. Yenilikçi ve gelişimden yana nosyonu nedeniyle mimarlar aslında kategorik olarak ilericidir. Mimarlık mesleği de ilerici bir niteliğe sahiptir. Mimarın bu kimliğini göz ardı ederek meslek örgütünün, Mimarlar Odası'nın mücadelesini anlama olanağı bulunmamaktadır.

Mimarlar Odası, aslında 70 yıllık tarihi boyunca yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla veya hatalarıyla üstlendiği öncü bir nosyonu sürdürmek için mücadele etmektedir. Gelecekte de bu nosyonu sürdürmesi, mesleğin kendi özünden kaynaklanmaktadır. Bugün totaliter rejim çerçevesinde Mimarlar Odası'na bir takım meslek politikalarının dikte edilmesi olası değildir. Bunu bir süreliğine yapabilseler de gelecekte ilerici, yenilikçi, çağdaşlaşmadan yana kadroların süreci yönlendireceğine inanıyoruz.

Yasama süreci Oda örgütlenmesini ve mesleğimizi olumsuz yönde etkilemektedir. Bülend Tuna arkadaşımız bu konuya biraz değindi. Konunun önemi nedeniyle biraz daha açılmasına gerek var.

Arkadaşlar, mimarlar tarih boyunca kimseye kulluk, kölelik etmemiştir. Mimarlık mesleğinin esasında ilk öğrendiğimiz yöntem “sorgulama” yapılmasıdır. Eğitimle birlikte sorgulamayı öğreniriz. Caddeye baktığımızda estetik siluetleri ya da çirkinlikleri görebiliriz. İşte bu bizim aldığımız eğitimden kaynaklanmaktadır.

1948 yılında Uluslararası Mimarlar Birliği'nin kurulması sonrasında odaların kurulması ve yasayla söz konusu oldu. Buna karşın odaların ilk direnişini yine kendilerini kuran iktidara karşı olmuştur. Menderes 6235 sayılı Kanun'u çıkarttı, meslek odaları kuruldu ama aynı Menderes, İstanbul'un o eşsiz tarihi güzelliklerini dozerlerle yerle bir etti. Vatan ve Ordu caddeleri, Millet caddeleri yerle bir edildi, buna mimarların razı olması mümkün değildi. Mimarlar Odası yönetimi buna karşı tavır almıştır.

Bu tutum daha sonra Özal hükümetleri zamanında, köprü süreçlerinde başka alanlarda devam etmiştir. Yönetimler değişti, farklı yönetim anlayışları geldi ama Odanın tavrı değişmedi. Kamu yararı ve meslek ilkeleri doğrultuda çalışmalar sürdürüyorlardı. Oda yönetimlerinin renkleri farklıydı, ama bu hedeften hiçbir zaman Mimarlar Odası vazgeçmedi. Öncelikler, ağırlık verilen konular farklılaşmıştır.

Maruf Önalların olduğu yönetim, kamu yararından uzaklaşan ve mimarlık ilkelerini yok sayan yönetime karşı bir direniş göstermiştir. 70'li yıllarda da Boğaz Köprüsü'ne karşı yine aynı tutumu takınılmıştır, 1980 sonrası baskı koşullarında da Özal-Evren ittifakına karşı itirazını yüksek sesle dile getirmiştir. Bugün de aynı tavır devam etmektedir. Bu itirazın en yüksek noktası Gezi Direnişi olarak tarihe geçmiştir.

Özellikle 1980 ve 2000 sonrası kentlere rant operasyonlarının yoğunlaşmasına bağlı olarak Mimarlar Odası mimarlık ve kent mücadelesi yükselmiştir. Bu süreçte “muhalefetle beraber hareket ediyor ya da Mimarlar Odası o günkü iktidarla beraber hareket ediyor…” gibi değerlendirmeler suçlamalar kasıtlı olarak zaman zaman dile getirilmektedir. Oysa Oda mimarlık ve kent suçunu kimin işlediğine bakmadan mesleki ve hukuki mücadelesini yürütmektedir.

Bir dönem muhalefet iktidarken meslektaşımız Ali Topuz Bayındırlık Bakanıydı. Konumunu kullanarak Oda içerisinde operasyon yapmaya kalktığında bütün meslektaşlarımız karşı tavır almış ve bu girişimi boşa çıkarmıştı. Kimsenin himayesine, yönetimine, manipülasyonuna oda razı olamazdı. Bir süre önce kaybettiğimiz meslektaşımızı bu vesileyle saygıyla anıyorum.

Başka bir örnek; İstanbul'da Nurettin Sözen Belediye Başkanı olduğunda “Gündüz Özdeş Planı” diye kamuoyunda bilinen Tarihi Yarımada planı yapıldı. Planın olumsuzlukları değerlendirilerek dava açılmıştır ve plan iptal edilmiştir. Daha sonra Tayyip Erdoğan'ın belediye başkanı olduğu dönemlerde de yine kent suçu niteliğinde, tarih, doğa, kültür değerlerini yok eden birtakım plan operasyonlarına karşı açık tavır alınmıştır.

Sonuç olarak bugün yine Mimarlar Odası, iktidar ve muhalefet tarafından dikkate alınan bir örgüttür. Çünkü rant operasyonlarına karşı dik durabilen en önemli meslek örgütüdür. İktidar-muhalefet ayrımı yapmadan rant operasyonlarına karşı Oda'nın aynı tavrını sürdürmesi gerekir. Çünkü eğer bir parti ya da iktidar kendi siyasal kimliğine ne söylerse söylesin, eğer rant operasyonlarını savunuyorsa o doğa, çevre ve toplum düşmanıdır.

Bugünlerde yeni bir anayasa tartışması var. Yeniye yenilikçi bir örgüt karşı çıkar mı? Kategorik olarak karşı çıkmaz. Ama yeni olan nedir? Yeni olana bir örnek vereceğim; Orman Kanunu'nun 16'ncı maddesi Orman Kanunu'nun ormanların korunması ile ilgili hükümlerine bağlı olarak düzenlenmiş. Fakat 16'ncı maddesi son 20 yıl içerisinde o kadar değiştirilmiş ki, Orman Kanunu'nun 16'ncı maddesi ormanların yağmalanması, yok edilmesi için bir suç maddesi haline gelmiştir. Anayasaya aykırı, kendi yasasına da aykırı. Yeni bir anayasayla ile aslında işlenen suçların anayasal güvenceye kavuşturulması söz konusu. 16'ncı Madde anayasa maddesi haline gelecek, 16'ncı Madde daha sonra Orman Kanunu haline gelecek, işlenen suçlar anayasal güvenceye kavuşturulacak.

Daha önce anayasa referandumu ve 15 Temmuz darbe süreci sonrasında yapılan bütün değişiklikler bu yönde olmuştur. İktidarın işlediği suçların yasal bir çerçeveye kavuşturularak aklanması gibi bir durum söz konusu. Bu değerlendirmeyi bütün alanlar için söyleyebiliriz.

Yasama süreci içerisinde TMMOB ve Mimarlar Odası'nın yasasının değiştirilmesi de gündemde. Yeni anayasacıların bakış tarzını anlamak için önümüzde somut örnekler var.

Serbest Muhasebeci Mali Müşavir Odaları Yasası önemli örneklerden sadece biri. Yaklaşık 10 yıl önce düzenleme yapıldı. Odayı çıkarılan yasa ile büyük ölçüde etkisizleştirdiler. Yaşanan mali, ekonomik kriz ve vergiler nedeniyle Odanın itiraz etmesi gerekmez mi? Bu konularda Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası'nın bir önerisi olmaz mı?

Aynı anlayışla Barolara müdahale edildi. Bir şehirde 2 baro… Çıkarılan yasa ile baroyu parçalamak, etkisiz hale getirmek ve yönetmek istiyorlar.

Gündemde “Öğretmenler Yasası” var. Öğretmenler kendilerine dayatılan, haklarını gasp eden ve bağnaz bir eğitim ortamını dikte eden bu yasayı protesto için yaşamlarını ve geleceklerini tehlikeye atarak eylemler gerçekleştiriliyor.

Bugün Oda birimlerinde meslek yasasından söz ediliyorsa; bunun iyi niyetle dile getirilmesine saygıyla yaklaşıyorum. Ama bütün bu gerçekliğe rağmen meslek yasasının bu koşulları göz ardı ederek dile getirilmesi; yeni anayasacıların girişimine su taşımaktan başka bir işe yaramaz.

Meslek yasası ile ilgili çalışmalarımız geçmişte yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e nihai metin verildi. Devletin ilgili bakanlıklarına, yöneticilerine belge verildi. Ancak hiç bir adım atılmadı. Buna karşın var olan meslek yasamızla elde ettiğimiz hakları ortadan kaldıran adımlar attılar. Telif haklarını zayıflatan kentsel dönüşüm operasyonları, estetik kurullar, daha pek çok düzenleme... Şantiyede mimar etkisiz hale getirildi. 4708 sayılı Yapı Denetim Yasasında mimarlık ve mimarlar dışlandı. Bu kapsamda daha pek çok sorundan bahsedebiliriz…

Meslek Yasasının ek bir yasa olarak düşünülmesi önemli bir yanlışlık. Yasayı bir çerçeve yasa olarak ele alarak ve ilgili yasaklarda ve mevzuatta düzenlemeler yapılması gerekir. Ve yasa şantiyede mimar, yapı denetimde mimar, tasarımcı olarak mimar, büro tescilli mimar, akademisyen mimar, çeşitlenen mimarlık hizmetlerinde mimarlığın ve mimarların yer almasını ve yetkili olmasını sağlayan bütün alanlardaki yasa ve düzenlemeleri kapsayan unsurlar olarak ele alınmalıdır.

Meslek yasasını, tek bir yasa gibi düşünmek yerine (bugünkü yeni anayasacıların ne yapmak istediği gerçeğini biliyorsak) izlememiz gereken yol “mesleki haklar mücadelesi” olmak zorundadır. Bu aynı zamanda meslek yasası mücadelesidir. Şantiyede mimarın yetkilerini, çalışma koşullarını iyileştirmeyi savunuyorsak; hem mimarlık alanını ve mimarın haklarını hem de meslek yasamızı savunuyoruz demektir. Bu nedenlerle “Meslek Yasasını…” dar anlamda tartışmaktan çıkmak gerekir.

Haklar mücadelesi; aslında demokrasi mücadelesidir, özgürlük mücadelesidir, mimarlık mücadelesidir, bir aydın yurttaş mücadelesidir, meslek yasası mücadelesidir aynı zamanda.

Başkan, bir şey söyleyeyim: Arkadaşlar, bakın, deprem ve afetlerin yıkımlarını yaşadık değil mi? Videoda bir kısmını gördük ekranda, kentsel dönüşüm operasyonları yıkımlarını görüyoruz. Umarım bir savaşın yıkımlarını görmeyiz, umarım bir savaşın yıkımlarını görmeyiz... Buyurun.

Zeynep Eres (Yürütücü) - Eyüp Bey'e çok teşekkür ediyoruz, çok kapsamlı olarak ülke panoramamızı sundu. Ama ben özellikle "evrensel bağlamda mimarlar ilericidir" sözünüzün altını çizmek istiyorum. Bugün bizim mimarlık eğitimimiz, odamızın kültürü, bütün bunların kökü esasında 20. yüzyıl başındaki modernist mimarların tanımladığı öğretilerle gelişmiştir. 20. yüzyıl başına baktığımızda bir yandan Endüstri Devrimi ile büyük bir işçi sınıfının ortaya çıkışı, bir yandan Fransız devriminden beri evrilegelen insanların eşit ve özgür olduğu kavramları ve işte bütün bunları birleştiren o dönemin mimarları herkes için, yaşanabilir çevreler için, herkes için, yaşanabilir kentler için mimarlığın nasıl olması gerektiğini, mimarların nasıl durması gerektiğini tanımlamışlardır. Pek çok bildirgeyle, manifestoyla arka arkaya bazı ayrıntıları farklılaşsa bile, özünde o dönemin mimarları aslında modern yaşamın modern kent mekânını ve modern insanın buralarda nasıl yaşayabileceğini kendilerine bir ödev olarak almışlardır. Yani mimar, sorumluluk olarak bir toplumun çağdaş yaşamının mekânlaşmasını ve onun rahat yaşayabilmesinin sorumluluğunu almıştır. Bu öğretidir aslında bugüne süregelen. Dolayısıyla mimarlar ilericidir.

Nitekim bu bahsettiğimiz sürecin sonunda Nazi Almanya'sında mimarlar barınamamış, üstüne onlar ülkelerini terk etmek zorunda kaldıktan sonra tasarım dili olarak geliştirdikleri kübik mimarlığın yerini de kırma çatılı, kırmızı kiremitli geleneksel Alman evlerine dönüş olarak bir karşı ortam oluşmuştur. Bu da mimarların mekân olarak da, biçim olarak da, yaşam olarak da, kültür olarak da, politik olarak da ilerici kimliğini bize tanımlıyor ve bizim bütün Türkiye'deki eğitimimiz de -zaten biliyorsunuz okullarımızın kurucu hocaları da Almanya'dan gelen hocalardır- aslında bu birikimdir. Onun da altını çizdiğiniz için çok teşekkürler.

Şimdi ben sözü çok uzatmadan Deniz İncedayı Hocamıza vermek istiyorum. Ağabeylerden bahsettik, video sunumda o dönemin koşulları dolayısıyla bol bol ağabeyler, beyler gördük. Deniz Hocamız, Odamızın ilk kadın başkanı. Günhan Danışman Hocamızdan bahsettiniz, uluslararası ilişkiler bağlamında 2000'li yıllarda Mimarlar Odasının yurt dışıyla bağlantılarını ve o bağlamlarda bir yer almasını sağlama yönünde çok büyük emeği vardı, kendisini çok erken kaybettik. Onun bayrağını Deniz İncedayı Hocamız üstlendi ve Türkiye Mimarlar Odası'nı uluslararası düzlemlerde çok başarılı bir şekilde temsil etti, halen temsil ediyor. Şu an bu konuda başka üyelerimiz de var; Ayşen Ciravoğlu Hocamız da burada. Türkiye bütün ekonomik sıkıntılarına rağmen Uluslararası Mimarlar Birliği'nde (UIA) güçlü bir pozisyonda temsil ediliyor. Bu süreçlerde hocamızın katkısı çok ve aynı zamanda eğitim bağlamında evrensel ölçekte UNESCO-UIA Validasyon Konseyi’nde, eğitim ölçütlerinin geliştirilmesi, incelenmesi ve uygulanması konularıda da Eş-Başkanlık görevini yürütüyor kendisi. Ben kendisine söz vermek istiyorum, buyurun.

Deniz İncedayı (TMMOB Mimarlar Odası 47. Dönem Genel Başkanı) - Çok teşekkürler Sayın Başkan. Ben de öncelikle çok teşekkür ediyorum Genel Merkez'e ve İstanbul Büyükkent Şubemize bu önemli etkinlik zinciri için. “70. yılımız kutlu olsun” diyorum ve daha nice yıllar diliyorum Odamıza. Bugüne kadar bu önemli mücadeleye, bu özel çalışma alanına değer katan, emek veren, yaşamlarını veren herkesi tekrar saygıyla, sevgiyle anıyorum ve 70. yılımızı tekrar kutluyorum.

Bu oturumda son konuşmacı olmaktan dolayı hem mutluyum hem mutsuzum, önce onu söyleyeceğim. Mutluyum çünkü kronolojik olarak sıralandığı için yaşım genç, olduğundan daha iyi görünüyor şu an. Mutsuzum çünkü her şey söylenmiş oldu, bana pek bir şey kalmadı. Eyüp Başkan da değindi bu soruna, ama hiç değilse onun önünde iki konuşmacı vardı, benim üç konuşmacı; hem de bu kadar değerli Başkanlar; bana pek bir şey kalmadı demek yanlış olmayacak. Ama ben de duygularımı, düşüncelerimi, deneyimlerimi kısa bir derleme şeklinde sizlerle paylaşmak istiyorum. (Resim 12)

Değerli Başkanlarımızın konuşmalarından da ilhamlar aldım. Sevgili Yavuz Başkan söyledi, hakikaten oda hepimiz için bir okul da oldu, bunu ben de belirtmek isterim. Ayrıca bir aile de oldu, onu da eklemek istiyorum. Başka ortamlarda kolay bulamadığımız dostluğu, sıcaklığı, dayanışmayı ve birlikte üretmenin, düşünmenin ve birlikte mücadelenin keyfini gerçekten burada hep birlikte yaşadık.

Ben bu kısa konuşmamda, -tekrarlıyorum, bana pek bir şey kalmadı ama- biraz Mimarlar Odası'nın anlamından, sorumluluklarından ve geleceğe dair düşüncelerimden söz edeceğim. Süreçleri yakından izleme fırsatı bulduğum Başkanlık dönemime dair bazı notlarımı paylaşacağım hızlıca. Bir de gelecek için birkaç önerimi ileteceğim.

Öncelikle tüm dünya ülkelerinde meslek odalarının toplum ve mimarlık açısından önemli, değerli, özgün birer kurum olduğunu düşünüyorum. Önemli, ürettikleri ile özgün bir kurumsal yapı. Ben 1986 mezunuyum ama öncesinde, lise yıllarımda, ailemdeki mimarların tavsiyeleriyle Mimarlar Odası'nı uzaktan da olsa duyuyordum, izliyordum. Mezun olur olmaz üye oldum ve her zaman özel, saygın bir ortam olduğunu düşündüm ve düşünüyorum. Samimi, haklı, onurlu bir mücadele, mesleğin saygınlığını koruyan, toplum adına herkesin sesi olan bir kurum. İlk yıllardan başlayarak çok anlamlı geliyordu bana ve hâlâ o yıllardan bu yana bunun giderek artan önemini her zaman hissettim ve yaşadım.

Bugün baktığımızda, Mimarlar Odası'na çok farklı bakış açıları, farklı yaklaşımlar da var. Meslek odasını farklı görme biçimleri var, bu algı sorunlarının giderilmesi gerektiğini düşünüyorum zaman zaman. Kısaca bundan bahsedeceğim önce.

Örneğin, bazı arkadaşlarımız meslek odasını sadece şahsa özel hizmet birimi olarak görüyor. Kendi çıkarları çerçevesinde, özel hizmet birimi gibi algılayabiliyor. “Oda benim için ne yapıyor?” sorusu hepimizin sıklıkla karşılaştığı bir soru biliyorsunuz. Kendini sanki toplumdan, bütünden soyutlayarak bakan meslektaşlarımız var. Yönetmeliklerle belirlenmiş kuralları, işleyişi, Odanın herhangi bir konudaki etik duruşunu kendi özel gerekçeleriyle tanımak istemeyenler olabiliyor. Ayrıca, bunun da ötesinde kendisi için mesleki uygulama fırsatını her şeyin üstünde gören meslektaşlar olabiliyor; ilkesel olarak yanlış olduğunu bilerek “ben yapmasam başkası yapacak” anlayışıyla yaklaşanlar olabiliyor. Meslek Odamızın çeşitli gerekçelerle onay vermediği hatta yasal süreçlere taşıdığı konularda kendisini ayrıcalıklı görerek meslek ahlakını göz ardı edenler olabiliyor. Bu da yaygın bir anlayış ne yazık ki. Neoliberal politikaları kaçınılmaz değerlendiren, bugünün değişmez gerçeği olarak görerek bu bağlamda mesleki ilkeleri, etiği kenara iten, askıya alan meslektaşlarla da karşılaşıyoruz sıklıkla.

Hepinizin bildiği gibi, “Mimarlar Odası politika yapıyor!” diye bir söylem de var yine sıklıkla karşılaştığımız. ‘Politika’ aslında ilk insandan bu yana, ya da insanın kendisini toplumsal bir varlık olarak görmesinden itibaren hayatlarımızın içinde. Hatta antik çağ felsefe düşünürü Aristo, insanı ‘politik varlık’ olarak tanımladığı öğretisinde, politikayı ‘insan mutluluğunu gerçekleştirme sanatı’ olarak açıklıyor.

Farklı görme biçimleri, bakış açıları üzerine çokça tartışılabilir kuşkusuz. Öncelikle bu başlıkları, mesleği görme biçimlerini daha sık tartışmanın, irdelemenin yararına inanıyorum. Farklı ortamlarda, akademide, meslek odasının toplantılarında, oturumlarımızda, toplumla buluşmalarımızda, her türlü mesleki etkinliklerimizde bu konuya değinebiliriz. Çünkü bu çok önemli; konuyu derinleştirerek, mesleğin özüne, felsefesine inerek farklı bakışları bir arada tartışmak mesleğimiz adına yararlı olacaktır.

Yine burada sıklıkla söylendi; 1954'ten bu yana Odamız anayasal statüde, özerk bir meslek kuruluşu ve toplum yararı ilkesinin savunucusu olmuş. Açılıştaki tanıtım filmini izlerken bu süreçlerde ‘meslek odası olmasaydı, acaba neler yaşayacaktık?’ diye düşündüm. Meslek Odasının mesleki alandaki mücadelesine, haksızlıklar, bilimsellik dışı ve anti demokratik uygulamalar ile sermayeci- özelleştirmeci yaklaşımlar karşısındaki duruşuna rağmen bunları, bu etik dışı süreçleri yaşıyorsak acaba meslek odası olmasaydı neler olurdu diye insan düşünmeden edemiyor. (Resim 13)

Bu noktada, Odanın kurumsallaşması ve kurum olarak, örgüt olarak varlığı öne çıkıyor ve önem kazanıyor. Zaten başarısı da o bununla bağlantılı, 70'inci yılına ulaşmak bir kurum açısından çok uzun bir süre değil ama umarım daha nice uzun yıllara da anlayışıyla, toplum yararı savunuculuğuyla ulaşacak. Şüphesiz, kurumun gerek meslektaşlarla ilişkileri, gerekse topluma hizmet sunma biçimleri sürekli değişken, dinamik bir süreç. Bugün bunları yaşıyoruz, ama 20 yıl sonra başka gerçekliklerle bu kurum var olacak ve tarihi ona göre yönlenecek.

Mesleki örgütlenme sorumluluğu diğer bir taraftan ortak bir çatı, bir platform, bir mekân oluşturmayı da kapsıyor. Meslektaşların farklı ilgi ve uğraş alanları, farklı meslek yaşamları var. Akademik alan, özel bürolar, serbest çalışanlar, sivil toplum çalışanları, kamu görevlileri vb. gibi. Burada birçok farklı alan sıralayabiliriz ve Oda hepsini buluşturan ortak bir mesleki platform kurma sorumluluğunu da taşıyor. Bu değerli bir görev, çünkü bu buluşma platformu, başta da söylediğim gibi bir okul gibi de görülebilir. Ben bir akademisyen olarak Odada çeşitli görevler, sorumluluklar üstlendiğimde, akademik yaşamla mesleğin uygulama alanı ilişkisini daha kolay kurdum. Herhangi bir alanda mesleğinizi sürdürebilirsiniz, ama meslek odası, birikiminizi gerçekleştirme, yaşam alanına taşımada, meslektaşları tanımada bir köprü oluşturuyor.

Az önce de değindiğim gibi, Odanın uygulama yöntemleri, işleyişi de değişken bir süreç, belli dinamiklerle değişiyor. Nelerle değişiyor? Örneğin, iktidarın politikalarına, siyasi tercihlerine bağlı olarak mesleki uygulama alanı değişiyor ki, bunun örneğini ülkemizde çok yoğun biçimde yaşıyoruz. Toplumsal gelişmeler mesleğe yansıyor; sosyal, kültürel dönüşümler, demografik değişimler, göçler, teknolojik, bilimsel yenilikler ve tabii ki ekonomik koşullar mesleği değiştiriyor. Tüm dünyanın gündeminde olan doğal küresel olaylar var, iklim krizi, küresel ısınma var. Hepsi biraz birbiriyle iç içe ama ayrı başlıklar olarak da inceleniyorlar. Sürekli ve hızlı bir değişim içinde sorumluluklar da harmanlanıyor ya da bir şekilde meslek odasının gündemine taşınıyor. 2000'li yıllarla gelişen küresel politikalar, neoliberalizm, kentleşme ve yapılaşma politikaları, savaşlar, somut ve somut olmayan mirasın ya da varlıkların korunması sorunları, bellek değerleri vb. gibi birçok ulusal ve uluslararası başlık aslında son dönem tarihimiz içinde gündemimize yoğun olarak yerleşti. Kuruluş yıllarında gündemde olmayan, bazı başlıklar bugün farklı çalışma, tartışma başlıklarına dönüştü. Yeni kavramlar yaşamlarımıza ve meslek alanımıza taşındı. Birçoğu da meslek odasının ve de mesleğimizin önemli başlıkları oldu. Dağarcığımız genişledi. ‘Kültürel peyzaj’, ekolojik ayak izi’, ‘küresel ısınma’, ‘göç koridorları’, ‘okyanuslarda plastik kirliliği’, ‘yenilenebilir enerji’, ‘dayanıklılık’ vb. gibi birçok kavram araştırmalara konu oldu. Doğal olarak, birçok mesleğin sorumluluk alanları değişti, farklı yetkinlik çerçeveleri karşımıza çıktı. Örneğin bugün koruma sorunlarına 30 sene önce gündemimizde olmayan kavramlarla bakıyoruz. ‘Dünya Mirası Listesi’ kavramı, İstanbul ve Türkiye'nin birçok ili, bölgesi için çok önem kazandı. Korumanın kriterleri yeniden şekilleniyor. Eğitim anlayışı değişiyor, yeni kriter geliyor. Bunlara daha nicelerini ekleyebiliriz…

Meslek odası açısından bakıldığında, doğal olarak mesleki sorumlulukların, mesleki denetimin içeriği ve çerçevesi de giderek genişliyor. Asıl olan, mesleğimizin ilkelerinin, saygınlığının, politika ve sorumlulukların yeniden yorumlanabilmesi, duruşunun korunması ve hizmet anlayışının geliştirilmesi. Kurumsallık da, kişilerden bağımsız olarak işleyişin, uygulamanın, benimsenen politikalar çerçevesinde sürekli değişimi ve gelişimi.

Bugün yaşanan küreselleşme çağında, yeni dünya düzeni, aşırı sağ eğilimler karşısında gerçek mesleki kalitelerin korunması giderek güçleşiyor. Burada Eyüp Başkan az önce çok güzel anlattı; rant baskısı ve egemenliği, totaliter anlayış, yaşam kalitesi tehditleri, çatışmalar ve savaşlar giderek mesleki kalitelerimizin, çevre sağlığımızın, kültürel, toplumsal değerlerimizin korunmasını güçleştiriyor. Ama diğer bir taraftan da; meslek odasının, ilkelerinin, duruşunun değerini kat kat arttırıyor, topluma daha çok duyuruyor. Mücadele güçleşti bir taraftan ama ilkeler de keskinleşti. Teknolojik, iletişimsel, bilimsel gelişmelerle araçlarımız, yeteneklerimiz, becerilerimiz de kat kat arttı. Bu açıdan bakıldığında, mesleğe sahip çıkmak, -burada meslek kalitelerinden bahsettiğim için mesleğe sahip çıkmak diyorum- topluma sahip çıkmakla giderek eşitlendi. Meslek odası, ‘politika’ yapma konusunda eleştirilse de, mesleğin gerçek kalitelerine sahip çıktıkça toplum yararı anlayışı daha çok görünür oldu, yaygınlaştı. Çünkü mesleğin çıkarları, ‘kaliteli mimarlık’ dediğimiz şey, ‘iyi mimarlık’ dediğimiz şey, bilimsel açıdan incelendiğinde toplumun çıkarlarıyla tamamen örtüşmekte. Bunu da belki topluma, kurumlara hatta meslek çevrelerine daha iyi anlatmak gerekiyor. Yoksa, “ben yapmasam başkası yapacak” diye bir kabulleniş ya da ‘teslim oluş’ ilkesel olarak kabul edilemez. (Resim 14)

Burada çok kısaca dünyayı izlemekten de bahsedeceğim. Dünyayı izlemek kuşkusuz gelişmenin çok önemli bir parçası. Türkiye Mimarlar Odası da kurulduğu günden bugüne büyük bir çaba içinde, özverilerle ve bütün ekonomik güçlüklerine karşın uluslararası örgütlerin üyesi oldu, destekçisi ve katılımcısı oldu. Son yıllarda hep beraber görevler aldık, birçok çalışmada ve yönetimlerde sorumluluklar üstlendik, katkı sağlamaya gayret ettik, karşılıklı öğrenme süreçlerini tetikledik. Sadece bizim ülkemizi ilgilendiren politik ya da güncel sorunlar değil, dünya gündemini, yerküreyi ilgilendiren birtakım sorunları da birlikte tartışmak, politikaları birlikte değerlendirmenin de verimli bir süreç olduğunu söyleyebilirim uluslararası ilişkiler çalışmalarımıza bakarak. Çünkü o iletişim bize bir takım yenilikler, dışarıdan bakışlar ve destekler kazandırdı. Örneğin, Uluslararası Mimarlar Birliği'nin (UIA) görüşleri, katkıları, yorumları zaman zaman yöneticilere, yetkililere iletildi. Sonrasında ne yapıldı bilmiyoruz ama en azından bu uluslararası eleştiri platformu canlı tutuldu ve tutuluyor. Uluslararası alanda birlikte çalıştığımız kurumlar hakkında güncel durum bilgisini İstanbul’da gerçekleştirilen sempozyumda paylaşmıştım, onları burada tekrarlamayacağım ama bazı kısa notları tekrar aktarabilirim. (Resim 15)

Mimarlık eğitimi konusunda önemli uluslararası gelişmeleri izliyoruz. Meslek Odamızın 20 senedir yürüttüğü Mimarlık ve Eğitim Kurultayları, bu süreçlerden kazandığımız kurumlar; Bülend Başkan da söyledi; örneğin MİAK, MiMeKK veya SMGM gibi çalışmalar. Bunlar aslında eğitimde ve akreditasyonda uluslararası kriterlerin sağlanması bağlamında da UNESCO- UIA Eğitim Şartı’nın temelinde yer alan koşulları destekliyor. Böyle bir işbirliği günümüz koşullarında olmazsa olmaz diyebiliriz.

Hiçbir kurum kendi içine kapanıp da, ‘dünya uygulamaları beni ilgilendirmez’ diyemez. Çünkü meslek pratiği ve eğitim alanında hareketlilik küresel bir gerçeklik. Örneğin, öğrencilerimiz yurt dışına gittiklerinde mezun veya öğrencisi oldukları kurumun validasyon ya da akreditasyon alıp almamış olduğu soruluyor. Hem öğretim üyeleri hem de öğrenciler yurt dışı deneyimlerini ancak belirli koşullarla sağlayabiliyorlar. Bu nedenle uluslararası belgeler ve uygulamalar bir anlamda sürekli izlememiz gereken, tartışmamız ve entegre olmamız gereken süreçler. Avrupa Birliği 2005/36/AT sayılı Direktifinde de ‘Mesleki Yeterliliklerin Tanınması’ çerçevesinde mimarlık mesleği asgari eğitim koşullarının uyumlu hale getirilmesi gereken yaşamsal sorumluluk taşıyan meslekler grubunda değerlendiriliyor bildiğiniz gibi.

Bir de şunu da vurgulamak istiyorum. Sadece eğitim alanında değil, meslek pratiğinde de bugün ortak kararlar, ortak imzalar, ortak manifestolar, ne isim verirsek verelim ortaklıklar giderek önem kazandı. Burada çok değerli ve deneyimli Başkanlar da belirttiler, yaşam alanlarımızın karşı karşıya olduğu ciddi tehditler karşısında, küresel ölçekte yaşanan sorunlar karşısında kurumlar arası birleşmeler söz konusu. Örneğin Montreal Deklarasyonu'yla, 2017'de içerisinde UIA’nın da yer aldığı uluslararası 18 kurumun imzaladığı deklarasyonla, yüzyılın karmaşık küresel, doğal, kültürel sorunları karşısında bir duruş tarif edildi, bir farkındalık amaçlandı. Bu da Mimarlar Odası'nın duruşu gibi toplumdan yana, kamu yararını önceleyen, toplumların kültürlerine, sosyal kimliklerine sahip çıkan bir duruş olarak görülebilir. Avrupa Mimarlar Konseyi (ACE) örneğin; -yine meslek odası adına uzun yıllar hem yönetimine katıldık ve çeşitli görevler aldık, komisyonlarında, komitelerinde çalıştık-, bir çalışma grubunun raporunda “Mimarlar nasıl daha kapsamlı bir rol üstlenebilir?” sorgulaması yapılıyor. İsviçre'nin Davos kentinde ‘Ortak İyilik, Paylaşılan Sorumluluk’ teması altında Avrupa Kültür Bakanları Konferansı gerçekleştirildi ve ACE Başkanı, AB hükümetlerinin, üst düzey sivil toplum ve sektör temsilcilerinin katılımıyla hazırlanan ‘Davos İttifakı Kuruluş Yasası’nın imzacıları arasında yer aldı.

Özetle, uluslararası alandaki mesleki ortaklıklar, kurumlar arası işbirlikleri çok önemli günümüzde. Ortaya atılan başlıklar ve sorular yaşam kalitesi ile mimarlık arasındaki ilişkiye mercek tutuyor. Bu noktadan bakarak da mimarlığın yaşam ve çevre kalitesi sorumluluğu daha net vurgulanabilir ve giderek daha sık tartışmaya açılmaktadır. (Resim 16)

Evet, mesleğin aslında DNA'sında var olan, toplumun sesi olmak, savunucusu olabilmek, toplum yararı anlayışı, onu ileriye götürme misyonu bu saptamalarla da belirginleşiyor. Türkiye Mimarlar Odası olarak uluslararası alanı olabildiğince izledik, görev aldık, katılımcı olduk, birlikte ürettik ve çeşitli gelişmeleri sağladık.

Sözlerimi tamamlamadan önce, kısaca başkanlık deneyimimden de bahsetmek istiyorum. Bu görev gerçekten onur duyduğum bir görev oldu. Sadece bir dönem genel başkanlık yaptım, ama ilk kadın başkan olmak mutluluk ve gurur verici benim için. Oda tarihinde 65 yılın ardından olması biraz şaşırtıcıydı toplum açısından, ancak şubelerimizde çok sayıda başarılı kadın başkanlar oldu. Hepsini burada çok saygıyla, sevgiyle tekrar anıyoruz. Bu anlamda Odamızın bir ayrımcılık asla gözetmediğini söyleyebilirim, gözetmeyeceğini biliyorum.

Görev yaptığım dönemde 2020-2022) , ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ çalışma grubu çalışmalarını bilimsel platformda üretken biçimde sürdürdü ve halen sürdürüyor. Görev dönemimde en önemli sorun aslında Covid 19 salgınıydı. Salgın nedeniyle birçok şeyi uzaktan yaşamak ve gerçekleştirmek durumunda kaldık. Toplantılarımızı, etkinliklerimizi çevrimiçi yaptık. İlk aşamada tümünü, sonrasında salgın fırsat verdiği kadar bazı buluşmalarımızı yüz yüze gerçekleştirdik ama zorlandığımızı söylemeliyim. Çünkü böyle bir salgın karşısında çok deneyimsizdik. Uzaktan eğitim, iletişim, etkinlik ve birlikte üretmek konularında öğrenmemiz gereken çok şey vardı. Eğitim süreçleri de o dönemde çok güçlükler yaşadı ve halen bunun yansımalarını izliyoruz. Hem bir akademisyen olarak, hem de meslek odasındaki görevim ve sorumluluklarım açısından bunu söyleyebilirim. Ama diğer bir taraftan da her şeyin artısı ve eksisi var diyebiliriz. ‘Uzaktan’ bazı süreçleri ve sorumlulukları yürütebilmek bize bazı yenilikler de öğretti, olanaklar da sağladı. Örneğin, yurt dışından bütçesini kolaylıkla karşılayamayacağımız konuşmacıları etkinliklerimize davet ettik, kabul ettiler, katıldılar. Salgın geçerli bir gerekçeydi, insanlar bilim alanında, örgütlenme ve akademi alanında dayanışma içerisindeydiler. Bu da hem ekonomik hem de sosyal açıdan birtakım avantajlar sağladı bize, daha özgür davranabildik programlarımızda. Ancak hemen belirtmeliyim ki, ‘yüz yüze’ iletişimin ve buluşmaların üretkenliği, verimliliği, canlı tartışmaları ve enerjisi bu platformlarda eksik kaldı. İnsan insana iletişimin zenginliğinden de mahrum kaldık diyebilirim…

Kuşkusuz, tek sorunumuz bu değildi, temel sorun ülkenin haliydi. Salgını farklı bir deneyim olarak yaşadık ama toplumu her yönden kuşatan ana sorun yine ekonomi, siyaset, kültür, hukuk, ahlak kriziydi. Ülkenin özgün birikimlerinin, bilimsel gerçeklerin ve büyük emeklerle oluşturulan meslek politikalarının yok sayılması, göz ardı edilmesi sonucunda yaşanan onarılması imkansız tahribatlar. Bunların örneklerini hazırlanan filmde izledik ve değerli Başkanlardan öykülerini dinledik. Bitmeyen imar tutkusu, doymak bilmeyen rant iştahı ve yasal zeminin ayaklarımızın altından kayıp gitmesi uzun yıllardan bu yana çok ağır bedeller ödeyerek ve ödemeye devam ederek bizleri bugünlere getirdi. Bu ağır tablolarla baş başayız, umarım en kısa sürede adalet kazanacak ve toplumun hakkı, hukukunun üstünlüğü görünür olacak. Başta Gezi davası olmak üzere, giderek siyasallaşan süreçler, haksız, hukuksuz ve mesnetsiz, tutarsız soruşturmalar meslek alanımızı derinden sarstı. Ama hepsinin karşısında da duruşumuzdan hiç taviz vermeden, dayanışmamızı eksiltmeden birlikteliğimizden güç alarak ve paylaşarak çoğaldık. Kurumsal sorumluluklarımızdan vazgeçmedik, bundan sonra da vaz geçmeyeceğiz. Kesinlikle bilime dayalı, onurlu, haklı mücadelemizi toplumsal hizmet anlayışımızla sürdüreceğiz.

Her mücadeleyi sürdürmede belgelemek, arşivlemek, bilgi kaynakları oluşturmak önemli biliyorsunuz. Yine değerli Başkanlar söylediler, birikimi gelecek kuşaklara, gençlere layıkıyla aktarabilmek, anlatabilmek ve bayrağı devredeceğimiz meslektaşlarımızla iletişimimiz çok değerli.

Mesleki üretim alanında bilgi ve belgeyi arşivleme çalışmalarımız, Odamızın emekçileri sayesinde kesintisiz sürüyor. Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi, Anma Programı, Sinan Ödüllü Mimarlar Programı vb. gibi çok sayıda programımız ve yayınlarımız, kitap dizilerimiz var ve bunlar değerli katkılarla başarıyla yürütülüyor. İletişim amaçlı bülten ve dergilerimiz, ajandamız ve burada sayamayacağım şubelerin çok sayıda yayınları ve iletişim araçları, etkinlikleri var. Birikimleri sadece arşivlemek değil, mesleğe, topluma sunabilmek, akademiye sunabilmek önemli. Neden? Çünkü bunların üstünden daha çok araştırma, çalışma yapılması olanağını veriyor. Araştırmalara kaynak olabilmek, süreçleri adım adım birbirine eklemek ve ilerletmek adına da Odanın bir işlevi karşıladığını, zaman içinde de giderek daha iyi karşılayacağına inandığımı belirtmek istiyorum ve önerilerime ve umutlarıma geçiyorum.

Evet, meslek odamız gerçekten 70 yıl boyunca hem özverili emeklerle, değerli, saygın meslektaşlarımızın katkılarıyla önemli kriterler, kaliteler, yaşam ve çevre kaliteleri üretti. Yapılan yanlışlara, bilimsellik dışı uygulamalara ve yaratılan tehditlere mesleki anlamda ‘dur’ dedi. Bu önemli bir misyon, bir birikim ve bir adanmışlık, bir sevda aslında. Ama sanırım bunu anlatmakta, meslek içinde ve toplumla paylaşmakta yetersiz kalabiliyoruz. Mücadele konuları giderek kanıksanıyor, "Oda hep itiraz ediyor, politika yapıyor” deniliyor. “Oda benim için ne yapıyor?" soruları soruluyor. Yapılan çalışmalar taş üstüne taş konularak üretilmiş bir kültür süreci aslında, ve bu yaklaşımı, “insana, çevreye, kültürlere saygılı, korumacı yaklaşımı nasıl anlatmalı?” konusunun üstüne gitmenin yararına inanıyorum. Farklı çözümler üretmek, yeni iletişim kanalları açabilmek; bugün sağlanan teknolojik olanaklarla meslektaşlar arası ve tüm disiplinlerle paylaşım seçenekleri oluşturmak zor olmamalı. Hatta giderek gençlere bu konularda daha fazla sorumluluk ve görev vererek bunların sonuçlarını almak ve potansiyelimizi değerlendirmeye çalışmak hedeflenmeli. Ülkemizin laik ve demokratik geleceğine inanarak farklı kurumlara da örnek olabilecek çalışmaların bugün bu kadar birikimle mümkün olduğunu, hatta bir sorumluluk olduğunu da burada tekrar etmek istiyorum.

Sözlerimi bir alıntı ile tamamlayacağım. Özgeciliği, yani bireyin herhangi bir çıkar, bir ödül beklemeden, hatta bazen bedeller ödeyerek toplum yararını ilke edinmesi halini çok değerli felsefe Hocamız merhum Afşar Timuçin'den bir alıntı ile bitireceğim:

“Özgecilik, insan olmanın temel koşuludur. İnsan kendini yaratarak insanlığa dönüştürücü bir güç olarak katılır. Sorumluluk ancak ölümle son bulur.”

Meslek Odamıza nice başarılı çalışmalar, nice uzun yıllar diliyorum. Çok teşekkür ediyorum ve saygılar sunuyorum.

Zeynep Eres (Yürütücü) - Çok teşekkürler Deniz Hocam. Çok güzel şekilde uluslararası ve ulusal bağlamda odamızı anlattınız ve özellikle Oda'nın mimarlığın farklı kesimlerini buluşturma ortamını yarattığını söylediniz. Bunu çok değerli buluyoruz çünkü Mimarlar Odası, mimarlıkta uygulama yapanlar var, proje yapanlar var, akademik çevreler var, koruma alanında çalışanlar var; çok farklı ortamlarda, akademik ya da sahada çalışan mimarların bir araya gelebileceği yegane ortam ve uzun yıllardır geliştirilen pek çok farklı etkinlik dizileriyle de bunu büyük ölçüde oluşturmuş durumda ve biz de bunları sürdürmeye çalışıyoruz. Örneğin, Mimarlık ve Eğitim Kurultayı, Türkiye'de mimarlık eğitimini dert edinen bütün akademisyenleri bir araya getiriyor ve böyle başka bir platform yok benim bildiğim. Mimarlık Bölüm Başkanları İletişim Grubu ya da Dekanlar Konseyi üst düzeyde yönetici hocaları bir araya getiriyor. Ama Oda'nın düzenlediği Mimarlık ve Eğitim Kurultayı, mimarlık eğitimine kafa yoran bütün akademisyenlere açık bir ortam sağlıyor. Ya da Kültür Varlıklarını Koruma Sempozyumu doğrudan sahada bu işi yapan mimarları bir araya getiriyor. Orada da özellikle akademisyenler değil -çünkü koruma alanı akademisyenlerinin kendi platformları var- sahada iş yapan ve sorun yaşayan mimarlarımızı bir araya getirmeyi önemsiyoruz. Bu tür örneklerle Odamızın farklı kesimleri, Oda bünyesinde bu konularda çalışanlarla sahada çalışanları bir araya getirmesi, sorunların paylaşılması, ortaklaştırılması, çözüm önerilerine yönelik politikaların geliştirilmesi için çok değerli. Bunları daha da artırmak, daha da çoğalmak bizim elimizde. Yine bizlere ödevler düşüyor; her türlü farklı mimarlık meslek alanından arkadaşlarımızı, meslektaşlarımızı Oda bünyesinde bir araya getirmek, sorunları konuşmak, tartışmak, çözüm önerilerini, meslek politikalarını geliştirmek için bu tabana çok ihtiyacımız var. Bu konudaki çalışmalarımız uzun zamandır süregeliyor ama yeni konular geliştirebiliriz, yeni etkinlik dizileri oluşturabiliriz. Oda’nın kapısının tüm mimarlara açık olduğunu ve birlikte konuşarak, tartışarak, müzakere ederek çözülmeyecek bir sorun olmadığını en azından kendi meslek alanımızda örnekleyebiliriz. Çok teşekkür ediyorum katılımınız için. Bu oturumumuzu tamamlıyoruz.

* 1-13 numaralı resimler Mimarlar Odası Arşivinden alınmıştır.

Bu icerik 13 defa görüntülenmiştir.